Takvimi İcat Edenin Ceddi Olmak
Saatlerimiz, Günümüz, haftamız, yılımız, anımız her şey “o”nun tarafından belirlenmiş durumda!
Yani takvim…
Başka bir deyişle bölünmüş zaman aralıkları …
Kökeni konusunda “Antik Yunan, Mısır ve Çin” medeniyeti olduğu hususundaki tartışmalara dalmadan, hayatımıza getirdiği o “muhteşem(!)” faydalardan bahsetmek istiyorum. Yani herkesin; bir şekilde planlamasını istediği, zamanını bölerek, parçalayarak yaşamasını istediği zamandan …
Bunu anlayabilmek için önce onun varlığının ne anlama geldiğini, kaybının nelere mal olacağını görmek gerek.
O zaman o soruyu soralım;
Takvim olmasaydı ne olurdu?
Takvim olmasaydı günlerimiz olmaz, günlerimiz olmadığı için haftaya başlayacağımız pazartesi algısı, hafta algısı, ay algısı, yıl algısı olmazdı.
İlk bakışta basit gibi görünen durum, aslında şu an yaşadığımız her şeyin ana kaynağı.
Örneğin, insan ömrünü o’nunla biliyoruz, yani 60-70 li yaşlara geldiğimizde artık yavaş yavaş ölüme yaklaştığımızı. Bu yüzden o yaşlara kadar rahat olsak da, o günlerin takip edilebilen, ölçülebilen bir an diliminde yaklaşacağı endişesiyle sürekli bir “kaygı”ya sahip oluyoruz.
Mevsim gelmeden önce yapmak zorunda olduğumuz alış verişleri, zamanı bildiğimiz için hazırlıklarını yapıyoruz. Giyisiler, yiyecekler vs…
Çalışmak zorunda olduğumuz işlerin saatleri, tatilleri olmazdı. Ne zaman çalışmaya başlayacağımız ne zaman bırakacağımız “belli” olmaz, tamamen ihtiyari bir duruma kalırdı.
Kadınlar, hamile kaldığında doğum “günü”nü kaygıyla beklemezlerdi, çünkü ne zaman doğuracaklarını bilmezlerdi.
Otobüslerin, trenlerin, uçakların, gemilerin kalkış saatleri olmaz, hatta kendileri bile olmazdı.
Zaman olmasaydı, çalışma, disiplin kazanamayacağı için “medeniyet”in oluşumu sekteye uğrardı. İnsanoğlu uygarlığını, hayatını “parçalamaya” borçludur. Bu “muhteşem(!)” medeniyet, ancak onun, kendine ait olan zamanı bölmesiyle mümkün olmuştur. Yani kendinden çalmasıyla yani kendi zamanını kendi adına yaşamayı bırakmasıyla…
Peki zaman “parçalanmasaydı” ne olurdu?
Yani günler, haftalar, aylar, yıllar, olmasaydı?
“Doğan ve batan” güneş dışında başka hiçbir zaman algısına sahip olmasaydık?
Yaşam sadece o an’dan ibaret olurdu herhalde. Ertesi gün, ertesi hafta, ertesi ay, ertesi yıl “diye bir şey” olmazdı.
“Gelecekle” ilgili hiçbir plan, tasavvur, düşünce, hayal, umut olmazdı.
Peki bu, iyi bir şey midir?
Buna cevap verebilmek için şu anda mutlu olup olmadığımızı sormak gerek?
Mutlu değiliz…
Hayatımız; hep yarını, sonrayı, ertesini düşünerek geçiyor. Yaşamımızı yarının planları arasına bırakıyoruz. Aslında ertelediğimiz şeyin “kendi yaşamımız” olduğunu, ölümü; aniden, ansızın karşımızda bulduğumuza fark ediyoruz.
Ölüyoruz ve ölümlerimizde “yaşam” adına hiçbir şey yok!
Neden yaptığını, ne işe yaradığını, kendi yaşamına ne tür bir katkısı olduğunu bilmeden; çalışıyor, plan yapıyor, hayal kuruyoruz. Gerçekleşen her hayal ve plandan sonra yenileri ekleniyor ve bu durdurak bilmeden öylece devam ediyor …
Zaman algısı oluşmamış olsaydı “yaşantım” sadece bana ait olacaktı. “Yarın”ım, “gelecek” yılım olmayacaktı ama bana ait bir yaşamı yaşamış olacaktım.
Belki, büyük hayallerim ve karşılığında elde edilmiş büyük mutluluklarım olmayacaktı ama mutsuzluklarım ve hayal kırıklıklarım da olmayacaktı.
Peki, yaşamı yaşanılır kılmanın bir yolu yok mu parçalanmış zamanla yaşarken?
Ölümcül bir hastalığa yakalandığımızda hissedeceğimiz “kıymet”i;
Zamanla yaşarken de bilmek mümkün değil mi?
“Zamanı yaratmak” demek, yaşamdan “vazgeçmek” mi demek?