SUÇ VE CEZA
Rousseau’nun “insanlar arasındaki eşitsizliğin kaynağını” yazdıktan 100 yıl,
Engels ve Marx’ın birlikte yazdığı “komünist manifesto”dan 15-20 yıl sonrasıydı…
Ekonomik sebepler yüzünden hukuk fakültesini yarıda bırakan Raskolnikov (en azından kendine böyle söylüyordu) tefeci kadını öldürmüş dönüyordu.
Ve henüz,
aldığı borçları geriye ödeyemediği için mi yoksa kan emici bir vampirden toplumu kurtarmak için mi bu cinayeti işlediğini düşünmemişti…
Böyle miydi gerçekten?
Suçlu muydu?
Yoksa toplumun kanını emen bir keneyi öldürüp, fayda sağlayan, iyi biri miydi?
Sahi,
“Suç” neydi?
Raskolnikov kendi hikayesine neresinden bakıp, ne hissetmeliydi?
***
Suç,
konulmuş kuralın ihlalidir.
Suçu belirleyen davranış değil, kuraldır.
Netflix filmi “ilk arınma gecesi”nde olduğu gibi “insan öldürmeyi yasallaştırırsınız” öldürme de suç olmaktan çıkar.
Eskiden ceza kanunlarını (kuralları) koyanlar; halk ya da halkı temsil edenler değil sırtını dine dayamış kilise papazları ve fıkıhçılardı.
Uygulayıcıları; lordlar, baronlar, beyler, krallar, emirler, sultanlar, padişahlardı…
“İktidar”, kuralı koyanla uygulayan arasında “paylaşılırdı”.
Bugünse uyulmadığında suç olarak tanımlanan kurallar ve alınacak cezalar,
bizzat bizim oylarımızla ya da seçtiğimiz vekiller tarafından konuluyor.
***
1850 ‘lere kadar batıda ceza sistemi;
Bedene azap,
Toplum önünde itirafla oluşturulan aşağılama,
Tüm bu olup bitenin halk önünde yapılmasını sağlayan gösteriden oluşurdu.
Suça verilecek cezaya göre; bedene vurulur, işkence edilir, organları parçalanır, bağırsakları dışarı çıkartılır, kulakları kesilir, gözleri dağlanır, yakılır, öldürülürdü. Ölüm cezalarının bazısında suçun niteliğine göre kişilerin tüm azabı hissedip yaşaması için bayılması engellenir tüm bunları görüp hissetmesi sağlanırdı.
Batıdaki bu örneklerinde olduğu gibi doğuda da hırsızın elinin kesilmesi, falakaya yatırıp dövme, recm cezalarında;
halk bazen cezanın kararına, bazen uygulanışına ortak edilir, bazen de seyirle desteği alınırdı.
İşlenen suç toplum önünde itiraf ettirilir, suçlu itiraf etmiyorsa bedene uygulanan azap uzatılarak itirafı sağlanırdı. Kuşkusuz bu itiraf kabullenmeye değil aşağılanmaya hizmet ederdi. İtiraftan sonra gelen yuhalamalar, cezanın artırılması için yapılan bağırış çağırışlar, itirafın neden istendiğini gösteriyordu.
Zaman içinde bu infaz sisteminin rahatsız ediciliği kuralı koyanlara ve uygulayanlara karşı öfkeye dönüşeceği fark edildiğinde, endişe oluştu. Endişe, cezalandırmadaki vahşetin adaletle ilgili olmaktan çok iktidarı “paylaşanların” iktidarlarını koruma dürtülerinden kaynaklandığının fark edilmesiydi.
Kuşkusuz iktidarın endişe duymasına sebep, seyri izleyenlerin suçluluğuydu.
Endişe 1800’lerden sonra hapis cezasını getirdi.
Bedene değil bedeni tutsak ederek “ruha” ceza verme bir cezalandırma biçimi oldu.
Katil de hırsız da isyankar da tecavüzcü de yani bilumum suçlu “suçu ne olursa olsun” aynı cezayı aldı:
Hapis.
Bir tuhaflık vardı.
Lakin yine de,
bu ceza sistemiyle iktidar bedene uygulanan şiddetin, itirafın getirdiği aşağılanmanın, örnek olması için yaratılan seyrin yarattığı suçluluğun kendisine yansıyan öfkesinden kurtulmuş oldu.
Artık suçlular acı çekmiyordu.
Seyir malzemesi olan “karar anı” mahkemede kısıtlı bir toplum önünde yapılıyor, ceza gözlerden uzak dört duvar içinde icra ediliyordu.. böylece seyrin yarattığı “bulantı” ortadan kalkmıştı.
Ancak 1800’ lerden sonra başvurulan bu “ruhun cezalandırılmasında”, simit çalanla gemi çalan aynı şekilde cezalandırılıyordu, şimdi de bu “bulantı” yaratıyordu.
Çocuğa tecavüz edenle çekini senetini ödeyemeyenin aynı şekilde cezalandırılması kafaları karıştırıyordu.
Hatta türü aynı olup şiddeti farklı olan suçlara bile aynı türde ve miktarda ceza verilerek rahatsızlık daha da artırılıyordu; simit çalan da 10 yıl yatıp çıkıyordu, banka soyan da…
Yeni infaz sisteminin garipliği bununla bitmedi.
“Af” diye bir şey uyduruldu.
Yetmedi “iyi hal indirimi” diye bir şey uyduruldu.
İş o kadar abartıldı ki ceza kararı verilir verilmez cezanın 1/3’inin kesilmesi infaz sisteminin parçası yapıldı.
20 yıl mı cezası var işlenen suçun, hemen orada, karar anında 7 yılını affettiler.
Devamı geldi.
Cezaevinde “iyi davranışlar” sergilerse suçlu, cezasını indirdiler.
Buna “iyi hal indirimi” dediler.
Böylece adalet mekanizmasının içine yani suç ve cezanın içine “rehabilitasyonu, tedaviyi” soktular.
Adalet artık suçun cezasının verilip adaletin tecelli ettiği bir yer değildi, aynı zamanda “suçluyu tedavi eden hastaneydi”.
Hapishaneyi hastaneye gardiyanlarla dönüştüremezdiniz kuşkusuz;
Bu sistemi uygulayabilmek için psikologları, psikiyatrları, sosyal çalışmacıları sistemin parçası haline getirdiler.
“Cezai ehliyet” diye bir şey çıkardılar.
“Yeterince” deliysen suç işleme özgürlüğün oluyordu.
Yeterince deli değilsen de mahkemede karar anında geçmiş öykündeki dramatik yaşantın olayla ilgisi olmasa da alacağın cezada “indirim” sağlıyordu.
Karar alıcıyı geçmişte ne kadar çok acı çektiğine “ikna” etmendi mesele.
Hakimi, psikoloğu, psikiyatrı ikna, kurtuluşun kapısıydı.
Sonraları tedavi eden adaletin tedavi edici yönünü güçlendirmek için “denetimli serbestlik” diye bir şey uyduruldu.
Hapiste akıllı başlı durursan, geze geze bitiriyordun cezanı.
Zannımca Foucault’tan başka kimse sormadı:
Suçluyu “hasta” yapan kimdi?
Bu deliliğe “bir gün bende hapishaneye düşersem” korkusuyla ses çıkarmayanlar, gün oldu bu haksızlıktan nasiplerini aldılar, lakin uslanmadılar.
Peki işe yaradı mı, tedavi oldu mu hapishanedeki suçlular?
Hapisten çıkan 10 suçludan 6 sınının tekrar suç işleyip içeri girmesi, durumun hiç de öyle olmadığını gösterdi.
Türkiye’de 2000 yılında cezaevlerindeki toplam kişi sayısı 58 binken,
2020 yılında 300 bini geçti.
20 yılda,
Nüfus 67 milyondan 83 milyona çıkarken yüzde 30 artmıştı,
Suçlu sayısı ise Yüzde “500”.
Suçu azaltmada çözümü hapishaneyi “hastaneye” dönüştürmek de bulanlar için bir hayal kırıklığı olsa da sonuç, görmezden gelindi, geliniyor…
Sorun nerede?
Cezanın biçiminde mi?
Eskiye mi dönmeli?
Bedene mi azap vermeli?
Yoksa bedeni tutsak edip ruha azap etmeye devam mı etmeli?
Başka bir yol mu bulmalı?
Kuşkusuz görünen o ki her şeyden önce sorun,
Ceza’dan adaletin yerini bulmasından başka bir beklenti içine girilmesinde yatıyor.
Geçmişte de bugün de;
Cezadan suçu azaltmasını beklemek, adaletin midesini bulandırıyor.
Ceza suçun nedeni değil ki engellesin.
Geçmişte adalet adına bedene uygulanan vahşetin ve seyrin,
bugün suçluyu tedaviye yönelmenin nedeni;
suçun, suçlunun “kontrol” edilmeye çalışılmasıdır.
Cezayı suçu engelleyici bir aygıt olarak kullanmaya kalkmak, adaletin değil iktidarın işidir.
Suçu engelleme gücünü eline alan iktidar, suçun iktidar oluşturan, iktidar kuran, iktidar sürdüren gücünü de keşfeder kısa zamanda!..
Geçmişte olduğu gibi.
Bugün de olduğu gibi…
***
Topluma ve toplum içindeki bireye karşı işlenen tanımlı suçlar bu kadar kaotikken,
bize kişisel olarak işlenen suça karşı ne yapacağız?
Nasıl davranacağız?
Yalan söylendiğinde,
kandırıldığımızda,
aşağılanıp küçük düşürüldüğümüzde,
şiddet gördüğümüzde,
istismar edildiğimizde,
aldatıldığımızda,
yani haksızlığa uğradığımıza ne yapacağız?
Hakaret etmek, toplum önünde aşağılamak mı gerek?
Bedenine yönelip canını mı yakmalı?
Yasaklamalı mı bedenini ruhuna azap etmek için?
Yoksa tedavi etmeye mi çalışmalıyız, Freud’dan esinlenip iyi hal mi uygulamalıyız?
Kuşkusuz ceza sistemini iktidarın elinde manivelaya dönüştüren hastalık burada da hortluyor.
Cezayı suçu engelleme arzı olarak kullanmamız gibi,
Bize işlenen suça karşı da içimizden geldiği gibi değil,
Yani o suçun bizdeki gerçek cezasıyla değil;
“Ne yaparsam bir daha yapmaz” beklentisiyle,
“Ne yaparsam gider” kaygısıyla davranıyoruz…
İşte,
Hastalık burada!