BENİ KAYBETMEKTEN NEDEN KORKMUYORSUN?
Gözlerinin içine bakamadım!
Derin derin nefes aldım yüzüne her baktığımda…
Yutkunmakta zorluk çektim.
Bedenim gerildi, gerilmeyi en çok da sol ayak bileğimde, baldırımda hissettim.
Ona kendimi anlatırken, söylediğim söylediğim şekilde algılanmasın diye sözlerimi eğip bükmek için orasını burası çekeledim.
Oysa söyleceğim şuydu
“Senden etkilendim ve bütün hafta sonum seni düşünerek geçti!”
Bunun yerine cümleyi şöyle kurdum
“Hafta sonu ara ara düşündüm seni sık olmasa da”
Ne ki bu!
Hissettiğim duygu bile beni bu kadar zorlamamışken, söylemek neden bu kadar stres yaratıyor, zorlanıyorum?
Neyin kaygısı, neyin mücadelesi bu?
“- Bulabilsem bir silah alıp eşimin iş yerinin önüne gidip kafama sıkacağım.
-Neden?
-Bilmiyorum, bütün hafta kafamda bu vardı, zihnimden atmaya çalıştım bu düşünceyi.
-Neden iş yerinin önü?
-Bilmiyorum?
-Neden?
-Bilmiyorum?
-Neden?
-Bil mi yo rum!
-Neden?
-Çünkü o da üzülsün istiyorum! Ben burada böyle acı çekerken onun hiçbir şey hissetmiyor olması, ben zorlanırken onun rahat olması beni deli ediyor!”
İnsanın çektiği acıdan daha fazla canını yakıyor, karşısındakinin canının yanmaması.
Neden?
***
Fatma’nın “ilişkide eşitlik mümkün mü ve olmalı mı?” sorusunu tartışmaya geçmeden önce, sorunun sorulma nedeni üzerinde durmak istiyorum.
Bence siz de öyle yapın!
Bir soru ortaya çıktığında ve bu soru “kişilerarası ilişkilere” dair olduğunda,
soru kadar sorunun da “neden” sorulduğu üzerinde durun.
Bazen sorunun cevabı sorunun neden sorulduğundadır.
Şimdi paragrafın başına dönelim;
Fatma “ilişkide duyguların eşit olup olmamasıyla” neden ilgileniyor?
İlişkisinde kendisi daha yoğun duygu hisseden taraf ve içinde kendine karşı hissettiği suçluluğu dindirmeye mi çalışıyor,
böyle olmasını meşrulaştıracak bir neden bularak?
Yoksa ilişkisinde daha az duygu hisseden taraf ve bundan dolayı karşı tarafla ilgili bir vicdani rahatsızlığı var,
bir neden bularak vicdanını mı temize çekmeye çalışıyor?
Yoksa?
Belki de sadece meraktır, kimbilir!.
***
Duygu eşitliği konusunu “sevgi” üzerinden tartışmayacağım, (taraflar eşit mi sever, sevmeli mi)
nedenini bir önceki yazımda görebilirsiniz,
okumamışsanız lütfen okuyun.
“İlişkide duygu eşitliği” tartışmasını;
. Kaybetmekten korkusu,
. ayrılık endişesi,
. cinsel arzu,
. arzunun arzulanması (heyecan duyma, ilişkiyi isteme)
üzerinden ele alacağım, bana makul gelen bu…
Şimdi, bu duyguların “iki tarafta eşit olup olmaması” üzerinden konuşalım…
Bu duyguların “yaşantılanma biçimini” etkileyen pek çok kişiye dair psikolojik faktör ve ilişkiye dair etken söz konusu.
Bunlardan üçünü ele alacağım..
Bu 3 etkiyi “kaybetme korkusu” üzerinden ele alalım.
Kişisel geçmiş
Kaybetme korkusunu herkes yaşar (istisnalar hariç, buraya hiç girmeyeyim, içinden çıkamam!) ancak yaşantılanma biçimi farklıdır.
Geçmiş kişisel tecrübelerin farklı olması kaybetme korkusunun yaşantılanma biçiminde de en önemli etkendir.
Örneğin,
Küçük yaşta anneyle uzun süreli kopma yaşamış bir çocuk ele alalım.
Çocuk bu yoğun acıya bir “cevap” (tepki) verecektir.
“Baş edilememiş acıya duyguyla değil de davranışla cevap verme” durumuna biz savunma mekanizması diyoruz.
Travmaya hep aynı tepki gösterilirmiş gibi bir düşünce var, bu yanlış bir algıdır.
Anneyle ayrılık acısı yaşamış her çocuğun bağlanma korkusunun yarattığı davranışlar farklı farklıdır.
Bazı çocuklar bu acıya “bağlanmalardan uzak durarak” cevap verir, bazıları annenin yerine hemen başka birini koymaya çalışarak, bazıları anne yoksunluğunu öfkeye dönüştürerek, bazısı tüm ilişkilerinde yoğun kaygı yaşayarak, bazısı da başka şekilde…
Sözün özü travmalar her çocukta farklı cevaplarla (tepkiler) ortaya çıkar.
Anne ayrılığına “annenin yerini biriyle doldurmayla” cevap veren çocuk, yetişkinliğinde bağ kurduğu ilişkilere karşı hassas olur,
“ayrılığı” ima eden her söz ve davranış (karşıdakinin niyeti bu olmayabilir) onda panik yaratır. Karşı tarafın olağan bir sözü, davranışı, rutinin dışına çıkan basit durumlar o kişide panik yaratır ve kaybetme korkusuyaşanır.
İlişkiye istek/ihtiyaç duyma yoğunluğu
Kaybetme korkusunun “şeklini” değilse de yoğunluğunu belirleyen faktörlerden biri de tarafların ilişkiyi isteme/ilişkiye ihtiyaç hissetme yoğunluklarının farklı olmasıdır.
İsteği yoğun olan tarafın korkusu diğerine göre daha yoğundur.
Davranışlar
Üçüncü husussa muhatabın korkuyu ajite etmesidir.
Duyguların yeterince tanınmaması, çocuklukta öğrenilmiş davranışsal tepkiler ya da bilinçaltı temelli korkuların refleksif davranışları karşı tarafın kaybetme korkusunu ajite eder.
Bu 3 faktörü “kaybetme korkusu” üzerinden dile getirdim, siz bunu ilişkideki diğer duyguların “yaşantılanması” üzerinden de yorumlayabilirsiniz.
Bu “üçlü sarmal” yani kişisel geçmişimiz, ilişkiye duyduğumuz ihtiyaç ve karşı tarafın ajite edici davranışları;
İç içe geçmiş bir şekilde algılarımızı, duygularımızı ve davranışlarımızı etkiler..
Tabloya buradan bakınca “ilişkide duygu eşitliği” tartışması saçma durmuyor mu?
Travmatik öyküsü olan taraf havadan nem kapacak, her cümleyi her davranışı sorgulayacak, kendince anlamlandırıp endişe ve korku yaşayacak
sonra da
“Ben seni kaybetmekten korkuyorum ama sen korkmuyorsun, sevmiş olsan korkarsın, demek ki beni sevmiyorsun” diyecek,
bu durum üzerinden de ilişkide eşitlik tartışması açacak!
Sevgiyi sana sunulmuş lütuf gibi yansıttığı için “Senin travmalarını yaşamamış olmam benim suçum mu?” bile diyemeyeceksin!
Dar bir sosyal ağı olan taraf ilişkiye daha çok ihtiyaç hissederken, geniş olan taraf daha az ihtiyaç hissedecek,
Dar sosyal ağı olan taraf ilişkide eşitlik tartışması açacak, diğer tarafı yeterince duygu hissetmemekle suçlayacak!
Cinsel arzu için de benzer bir durum söz konusu değil mi?
Pek çok kültürel etki, ahlaki kaygılar, geçmiş cinsel tecrübeler, cinsel korkular arzumuzu/arzumuzu yansıtma biçimimizi etkilerken,
arzu üzerinden eşitlik beklemek, buradan yola çıkarak yargılamak!
Tüm bu durumlar ortadayken, ilişkide eşitlik talebinde bulunmak ve aynısının karşı tarafta hissedilmemesini karşı tarafın eksiği, kusuru, sevgisizliği olarak yorumlamak,
gerçekçi mi, rasyonel mi?
Hiç değil!
İşte bu nedenle;
ilişkide duygu eşitliği diye bir şey söz konusu değil,
bence bu mümkün de değil.
Ayrıca,
“Kaygı” ve “arzu” ilişkide zaman zaman yer değiştirir.
Değiştirmesinde bence fayda da var.
Aksi takdirde korkuyu taraflardan birinin baskın şekilde yaşaması, arzuyu taraflardan birinin yoğun şekilde yaşaması;
yorucu, bıktırıcı, küntleştiricidir.
Bazen sizin arzunuz bazen karşı tarafın arzusu baskın olur.
Bazen sizin kaybetme korkunuz bazen karşı tarafın kaybetme korkusu baskın olur.
Karşılıklı denge üzerinde yürürse zannımca hem ilişkilerin sürekliliği hem de kişilerin mutluluğu açısından olumlu bir durum ortaya çıkar.
Kuşkusuz bu tartışmaya açık bir konu,
bu nedenle zannımca diyorum!
Karşınızdaki kaygı hissetmiyorsa anlayın ki onun kaygısını da “siz üstlenmişsiniz”dir.
Karşınızdaki arzu duymuyorsa onun anlayın ki arzusunu da “siz üstlenmişsiniz”dir.
Görüşmek üzere….