ÖZGÜR İRADE & KADER & BİLİNÇALTI
Eskiden “kader” ve “özgür irade” arasında bir sarkaç vardı,
azalsa da halen var..
Eskiden kastım 19 yy. ikinci yarısına kadar olan süreyi kastediyorum.
İnsanların bir kısmı insanın özgür olduğunu ve bu nedenle yapıp ettiklerinden dolayı “sorumlu” olduğunu düşünürdü,
Diğer bir kısmı ise kaderin varolduğunu ve insanın hayatı üzerinde “bir başka gücün” egemen olduğunu dile getirirdi.
Hayatı seküler yorumlayan kişiler için bu sarkaç,
uzunca bir sürece “özgür irade”den yana sallandı,
insanın özgür iradesi vardı ve bu nedenle sorumluydu.
Ancak, 19 yy sonlarına doğru Freud’un topografik zihin modelinde ortaya attığı düşünceler, herşeyi allak bullak etti.
Din dairesinde yaşanan tartışma, seküler çevreye de taşındı.
Tartışma şuydu:
“Aldığımız kararlarda özgür irademiz ne kadar belirleyici?”
Çünkü bilinçaltı diye bir “şey” vardı ve insandan bağımsız şekilde onun davranışlarını, kararlarını etkiliyordu.
İnsanın gerçekte göründüğü gibi olmadığı ve
kendisinin topluma göstermediği bir yüzünün olmasının çok ötesinde, kendisinde kendisinin bile kabullenemediği duyguların, dürtülerin olduğu, bunların bir kısmının bilince çıkıp bastırıldığı bir kısmınınsa bilince çıkmasına bile fırsat verilmeden bilincin derinliklerine gömüldüğü iddia edildi.
İnsan belki de ilk kez
“İnsan içki içtiği için mi yoldan çıkar, yoksa yoldan çıkmak istediği için mi içer” sorusunu “gerçek” anlamda sorma ihtiyacı hissetti.
Oysa öncesinde herşey “göründüğü” gibiydi.
İnsan içerdi ve sapıtırdı.
Toplum tarafından “kabul edilmeyen” özgürlük alanlarının yoğunluğu,
insanın bilinçaltıyla ilgilenmesini, bu yönünü görmesini engeller.
Bu kişi için öncelikli sorun, toplumdur.
Dış referanslı olmasıdır.
Biz böyle bir toplumuz.
Ancak, sorgulamayla başlayan değişim bu katmanı incelttikçe,
insan özgürlük sorunun daha derin alanının farkına varır;
Kendisini manüple eden kendisinin farkında varır.
Kader konusu bu yönüyle çok alakadardır bilinçaltıyla.
Sünni mezhebe göre İslamın beş şartından biri olan Kader,
her ne kadar insanın özgür iradesine ipotek koyarak imtihan dünyasında olduğu gerçeğini manüple ettiği düşünülerek tevil edilmeye çalışılsa da
Bu kelimeyle kastedilen;
insanın hayatı üzerinde kendisinin üstünde bir “güç” olduğu düşüncesidir.
Dindarlarsa Freud’un tezlerinin kader inancını doğruladığını görmezden geliyolar, ötesinde pek çoğu yargılıyor.
Oysa bu kuramla davranışlarımız üstünde bizim de bilmediğimiz bir takım güçlerin söz konusu olabildiği “neredeyse” somut şekilde gösterildi.
İnsanın en çok bildiği, emin olduğu şey;
kendisiydi,
Ancak, Freud kuramıyla bu bu düşünceyi alıp çöpe attı.
İnsan kendisi hakkında bile yanılabiliyorsa herşey hakkında yanılabilirdi.
Öyle olmaz mıydı?
Bu nedenle bence dindarlar,
Freud’a sövmek yerine ona farklı bir açıdan yaklaşmalı.
Lakin olan bu değil.
Neden?
Bilinçaltı tezinin kendilerini de yutmasından,
kendi inançlarının sorgulanmasından,
“gerçekten inanıyor muyum”,
“bu bir tercih mi zorunluluk mu” sorularını sormaktan mı korkuyorular?
Yoksa sorular değil de korkutan,
cevaplar mı?
Benim iki sorumsa şu, bu konuya dair:
1. İnancı bilinçaltının nesnesi yapmak, onu bir sabun köpüğüne döndürür mü gerçekten?
2. Tanrı gerçekten varsa, bilinçaltı dürtülerin güdülerin zorlamasıyla oluşmuş inançların bunlardan arınmasını istemez mi?
Özgür iradenin “bilinçlatı” ve “kaderle” benzeşik ilişkisi vardır.
Özgür irade sonucu ortaya “çıkmayan” ve tamamen bilinç dışı süreçlerle oluşan “aşk”ı kendi duygusu gibi gören insan,
olumsuz olan, özellikle de toplum tarafından yargılanılan duygu ve davranışları kendisine ait “değilmiş” gibi algılar,
dışlatırır,
onu bir hastalık gibi görür.
Tıpkı hayatındaki başarıları, kazanımları, iyilikleri, olumlu durumları kendinden bilip,
başarısızlıkları, acı veren durumları, olumsuzlukları kaderden bilmesi gibi.
Bu “iki insanın” kendine bakışı arasında ne kadar da paralellik var.
Biri seküler diğeri dindar olan bu iki insanın birbirine “benzeyen” çok yönü var.
İyi pazarlar…