NEDİR SENİ BU KADAR KORKUTAN?
Adama ne desem, bilemedim.
Desem ki,
“Eşini kaybettiğin için çok üzgünsün, onu kazanmak, onu mutlu etmek için elinden geleni yapmak istediğini söylüyorsun, ama istemediği halde onu ilişkiye zorluyorsun. İsteksiz olduğunu gördüğün, seni kırmamak, aranızda tartışma çıkmasın diye, sesini çıkarmadan, bir ölü gibi yanına yattığını gördüğün halde, onunla sevişiyorsun… Onu mutlu etmeye çalışmak bu mu!?” diyemedim.
Desem,
kendini suçlu hissedecek ve savunmaya geçecek.
“Eşinizin istemediğini ve bundan rahatsız olduğunu görmenize rağmen, bu davranışı sergilmenize, cinsellik için ısrar etmenize neden olan nedir?” diye sordum.
Durdu.
Bir an suçlu hisseder gibi oldu, toparlandı.
“Aramız düzelir, diye düşündüm” dedi.
Durdum.
Cinsellik yaşanınca, aradaki soğukluğun gideceğini düşünüyor.
Bilincinin ne kadar ben merkezci olduğunu, ilk kez bu kadar çıplak gördüm.
Ne söyleyeceğimi, ne yapacağımı bilemedim.
Görüşmelerde böyle anlarım olur bazen.
Bildiğiniz, nutkum tutulur.
Söyleyecek bir sürü şey vardır zihnimde, ama sözlerimin tamamının geri döneceğini hissederim.
Susarım o zaman.
Ama içim durmaz.
Bir yanım,
“Bunu ona söylemeliyim, görmeli sorunu.” der.
Sıkışırım.
Konuşmaya ihtiyaç hissetmekle konuşmanın anlamsızlığı arasına sıkışırım.
Bunu ne sık yaşıyorum!
O zamanlar,
şimdi durduğum gibi, duruyorum.
Susuyorum.
O kadar susuyorum ki,
içim bile konuşmuyor…
“Peki”, dedim adama,
“Eşiniz sizi sevmediğini söylüyor. Onun sevgisini kazanmak istediğinizi, onu mutlu etmek istediğinizi söylüyorsunuz… Eşinizi ne mutlu eder?”
Adam durdu.
Gözlerimin içine baktı, bir kaç saniye sonra, kaçırdı gözlerini.
Yirmi beş yıllık eşinin neyden mutlu olduğunu bilmemenin suçluluğunu hissettiğini hissettim o an.
Sadece bilmemenin suçluluğu değildi gözlerinde yakaladığım,
daha acımasız olanı,
bunu hiç merak etmediğini,
bu soruyu kendine hiç sormadığını,
sormaya gereksinim bile duymadığını farkettiğini gördüm, gözlerinde…
Bunu hissettğimde anladım,
kendini suçlu hissetmesinin nedeninin bilmemesi değil,
bilmek istememesi olduğunu…
Kaçmak istediğini hissettim.
Yer yarılsa, içine girse!..
“İlgi, alaka, alışveriş filandır herhalde” dedi, mırıldanarak.
Mırıldandı!..
O mırıldanma,
“Bu odadan defolup gitmek istiyorum” diyordu.
Mırıldanması,
Suçlululuk hissiyle bastırılmış öfkenin ezikliğiydi.
Mırıldandı, sustu.
Ben de sustum.
Görüşmenin başından beri eşinin yüzüne bakmayan, ofisimin duvarındaki tabloları izleyen kadın,
yüzünü eşine döndü, baktı…
***
Seansın ilerleyen dakikalarında anladım;
Kadını mutlu eden herşey, adamı kaygılandırıyor.
Kaygıları korkuya dönüşüyor.
Adamı kaybetmekten korkan kadın,
Adamın kaygılarını yaşar olmuş,
Adamın korkuları, kadının hayatı olmuş.
Anladım ki,
Kadının bağını tüketen;
eşini kaybetmekten korktuğu için eşinin onu kaybetmekten korkmasına teslim olması…
Şaşkınım!
İkisi de birbirini kaybetmekten bu kadar korkarken ve
bu korkunun onları birbirine daha da bağlaması gerekirken,
bağı tüketmesine, şaşkınım!..
Karşındakini çok seviyormuş gibi gösteren, hissedilmediğinde bir sorun varmış gibi düşündürten,
“Seni kaybetmekten korkmuyorum” dendiğinde bize kendimizi değersiz hissettiren,
“Seni kaybetmekten korkuyorum” dediğinde ise içimize su serpen,
o illet hastalık!..
Korku!
Şaşkınlıkla, kaç bininci kez tecrübe ettiğim bu anı,
bir kez daha tecrübe ettim…
***
Sonra,
aylardır devam eden ve içimde halen süren,
Rüzgar’la iç konuşmalarım geldi aklıma.
Günümün büyük kısmını alan, iç konuşmalar…
Kendimi, kendimi ona açıklamaya çalışırken bulduğum, iç konuşmalar…
Kendimi açıklamaya çalıştığım, ama bunu hiç yapmadığım, yapamadığım, sadece dinlediğim, herkese herşeye karşı yaptığım gibi, Rüzgar’ın karşısında da sustuğum, iç konuşmalar…
İç konuşmalarımı farkettiğimde farkettim, hiç konuşmadığımı, Rüzgar’ın hiç konuşmadığını…
Hiç konuşmadığımızı.
Zihnimde Rüzgar, karşısında ben…
Öylece durduğumuz sahneyi,
günümün her anında,
zihnimin içinde canlandırdığımı farkettim.
Bunu farkettiğimde farkettim;
Korkuyorum.
Yüreğime alamadığım korkumu,
zihnimde yaşıyorum.
Rüzgarın beni suçlamasından korkuyorum…
Bir suçlu gibi, karşısında eziliyorum…
***
Acı çekmekten korkudur, tüm korkuların anası…
Peki, acı çekmekten neden korkar insan, bu kadar?
Nedir acıyı bu kadar korkulan hale getiren?