KUŞKUCU DEĞİLSİN, YA NESİN?
“Bütün hafta kafamda seninle konuştum” dedi.
“Neden?” dedim.
“Beni başka bir terapiste gönderdiğin için kızdım sana!” dedi.
“Bunu neden yaptığımı düşündün?” diye sordum.
“Başından atmaya çalıştığını, benden sıkıldığını düşündüm. Belki artık ilerlemiyorumdur, başarısızımdır, bunları bana açıkça söyleyemiyor, bu yüzden beni başından atıyorsundur. Belki de zaman zaman seni çok sıkıştırıyorum ya, bıkmışsındır benden, kurtulmaya çalışıyorsundur ama söyleyemiyorsundur, bu şekilde beni başından atmaya çalışıyorsundur diye düşündüm.” dedi.
“Başka bir düşünce gelmedi mi aklına? Ben sana bunu ne zaman önerdim?” diye sordum.
“Konuyu ben açtığımda önerdin. Aklıma şu da geldi;
çevremden aldığım, başka bir terapistle de mi görüşsen, belki de bu terapiler seni yavaşlatıyordur, belki de artık verim alamıyorsundur yorumlarını dile getirdiğim için de bunu önermiş olabilirsin..
Bunu deneyimleyip, terapimizi gözden geçirmemi istemiş olabilirsin diye de düşündüm.
Ama buna inanmak istemedim!” dedi.
“Buna inanmak istemedin?” diye sordum.
“Evet” dedi “Buna inanmak istemedim.”
“Peki sence hangisi doğru bu dört düşünceden?” diye sordum.
“Son yorumun doğru olduğunu biliyorum, ama kabullenmek istemiyorum.” dedi.
***
Kuşkusuz, kuşkuculuk değil bu!
Kuşkuculuk, septisizm, skeptisizm veya şüphecilik;
Her tür bilgi iddiasına kuşkuyla bakar, bunların temellerini, etkilerini ve kesinliklerini irdeleyer, aklın kesin bir bilgi elde edinemeyeceğini, hakikate erişilse dahi sürekli ve tam bir şüphe içinde kalınacağını, mutlak gerçeğe ulaşmanın mümkün olmadığını savunur…
Hakikate erişilse dahi bundan şüphe duyma halidir, kuşkuculuk…
Yani o düşüncenin “gerçek olup olmadığından” emin olamama halidir..
Oysa, onun durumu bu değil.
Şüphe değil, düşünceler içinden birini tercih etme, bir tavır!
O, benim onu sevmediğimi, ondan bıktığımı, başımdan atmaya çalıştığımı, onu başarısız bulduğumu düşünüyor.
Hayır, böyle düşünmüyor, böyle düşünmek istiyor!
Böyle inanmak istiyor mu, bilinmez, öyle hissetmedim hiç, ama böyle düşünmek istiyor.
Böyle olduğunu son cümlesinde söylüyor zaten,
“Son yorumun doğru olduğunu biliyorum, ama kabullenmek istemiyorum”
Kuşkuculuk değilse bu, nedir?
Belki biraz Schopenhauer kaçmıştır içine…
İmmanuel Kant’ın en parlak öğrencisi,
Neitzche’nin akıl hocası olan, Schopenhauer!
Hayatındaki 2 uzun ilişkiden ilkini kendisinden 11 yaş büyük bir kadınla,
yıllar süren bir bunalımla yaşadı…
Belki de hayata karamsar, güvensiz, kuşkucu bakmasına bu kadınla olan yaşantısı olmuştur.
40’lı yaşlarda, şarkıcı sevgilisi Caroline’le 10 yıl süren ilişkisinden evlenmediği için ayrılmasına da belki bu bunalımlı ilişkinin kalıntıları neden olmuştur.
Belki de bunlar değildir sebep;
büyük çocuk olmanın,
eleştiren ve yargılayan bir anneye sahip olmanın,
hayatı boyunca kız kardeşinin kendisinden daha fazla sevildiğini düşünmesi neden olmuştur bu bunalımlı hayata.
Belki de bu yüzden,
1860 yılında,
72 yaşında,
lüks bir apartman dairesinde,
her zaman oturup manzarayı izlediği koltukta,
yalnız başına öldü.
Kim bilir!
Belki de bu yüzden Neitzche’yle yakın oldu.
Ya da onun kendisine yakın olmasına izin verdi.
Tıpkı onun gibi ailenin büyük çocuğuydu, Neitzche.
İçinde yer aldığı topluma,
Schopenhauer’in karamsarlığının ötesine geçip meydan okuyan,
aşağılayan ve hatta,
insanın ve toplumun ne olması ne olmaması gerektiğini söyleyecek cüreti kendinde bulan, narsist mi anarşist mi devrimci mi yoksa sadece bir dil bilimci/filozof mu olduğu kestirilemeyen,
1844 doğumlu bu garip adamın hayatı da en az Schopenhauer kadar çalkantılıydı.
O da ailenin büyük çocuğuydu.
Tolstoy, Freud ve Alman şair Rilke’yle adı aşk dedikodularına karışmış Rus asıllı Psikanlist/ Yazar Lou Salome’ye evlilik teklif etmiş,
kabul edilmiş, ama buna rağmen evlenmemişti.
Ve hiç evlenmedi.
Salome dışında bilinen kız arkadaşı, sevgilisi de olmadı.
Eşcinsel olduğu iddia edilse de kanıtlanamadı.
Frengi hastalığını sık sık gittiği genelevlerinde kaptığı düşünüldü.
Sonu en az Schopenhauer kadar acıklı oldu.
1900 yılında,
56 yaşında,
arka arkaya gelen inmelerle gelen felçler nedeniyle yürüyemez, konuşamaz haldeyken,
zatürreden öldü.
45 yaşındayken, delirdiğine hükmedilen o meşhur “atın boynuna sarılıp, kırbacın kendisine vurulmasını isteyip bayılıp düştüğü” olay sonrasında,
söyledikleri ve yazdıklarıyla insanlık tarihine damga vurdu.
Karamsarlığı, güvensizliği, yalnızlığı delirtecek boyuta vardığında,
dünyayı yerinden sarstı!
Schopenhauer’da da Neitzche’de de olan o “karamsarlık”, “güvensizlik”, “kendini bırakmaktan korkma” hali,
Sevgili danışanımda da var.
Kim bilir,
belki de her şey çok basittir.
Her şeyin sebebi,
kendisinden sonra gelen kardeşle paylaşılamayan annenin,
anneyle bitmek bilmeyen kavgasıdır…
***
Benim onu “sevmediğimi” düşünmek istiyor.
Benim ona “değer vermediğimi” düşünmek istiyor.
Böyle düşünmeyi tercih ediyor.
Bir insan neden kendini kötü hissettirecek bir düşünce biçimini tercih eder?
Öyle ya
karşıdakinin seni önemsemediğini düşünmek,
değer vermediğini,
senden kurtulmaya çalıştığını,
seni başarısız bulduğunu düşünmek,
kötü hissettirir.
Bu yüzden olayları, davranışları,
olumsuz değil de olumlu tarafıyla görmek isteriz.
Peki “o” neden böyle yapıyor?
“Kuşkusuz” bunu sadece bana yapıyor değil.
Muhtemel ki annesi de arkadaşları da ve şimdilerde bitti mi bitmedi mi bilemediği, kavgasını tüm hücrelerine kadar yaşadığı ilişkisi de bundan nasibini almış olmalı!
Öyle olmasa, sevgilisine her kırıldığında, onun yanında kalıp, üzülmek yerine,
onun karşısına alır mı?
Beni sevmiyor!
Bana değer vermiyor!
Beni kullanıyor!
Benimle evlenmek istemiyor!
***
Ben de ailenin büyük çocuğuyum.
Tüm bunlar benim için de yabancı değil…
Schopehauer ve Neitzche’nin öyküsünün sonu,
İçimi daraltmıyor değil!…