KISKANÇLIK ve MÜLKİYET İLİŞKİSİ
Kıskançlıkla ilgili farklı algılar, yorumlar söz konusu..
Aşağıda akaratacağım düşünürlerin farklı yorumları,
gündelik hayatımızın bir yansıması…
Kıskanmayan insan, sevmiyor demektir. (Dante)
Kıskançlık ve sevgi ikiz kardeştir. (Rus atasözü)
Kıskanç daha çok sever, fakat kıskanç olmayan daha iyi sever. (Moliere)
Kıskançlığımızı ancak sevgi ile yenebiliriz. (Goethe)
Kıskanç olan aşık değildir. (Sant Augustine)
Kıskançlık bir kanserdir. (B.C. Forbes)
Kör olan aşk değil kıskançlıktır. (Lawrence Durrel)
***
Kıskançlığın iyi bir şey olup olmadığı hakkında kafalarımız hayli karışık.
Olumsuz bir duygu olduğu hususunda eğilim daha yoğun gibi görünüyor.
Ancak,
“Seni kıskanmıyorum” dese sevgilimiz, eşimiz,
bundan da rahatsız oluyoruz.
“Ben rahatsız olmuyorum” diyenlerin de gerçek duygusunu söylemediği genel bir yargı ki ben de bu yargının gerçek olduğunu düşünenlerdenim.
Yokluğundan rahatsız olduğumuz gerçeğine ragmen,
kıskançlığın varlığı da hepimiz için sorun teşkil ediyor.
Kıskançlık,
hem muhatabı
hem de hisseden için;
bir yanıyla olumlu hissettirirken, diğer yandan rahatsız edicidir.
Bu his,
kıskanılanı da “geriyor”,
kıskananı da.
Kıskançlığın bizim istediğimiz/kabul edebildiğimiz şekil ve yoğunlukta olmasını isteyemeyiz.
Bu gerçekçi değil.
“Kıskan, ama şu kadar” demek saçmadır.
Çünkü, talep edilen şey bir “duygu”dur,
Duygunun miktarını belirleyemezsiniz, onu belirleyecek olan;
hissedenin kişiliği, bağlanma ihtiyacının derinliği, geçmiş öyküsüdür.
Bu duygunun yönelimi ve tatmini kısmen bilinçli bir süreçle meydana gelir, bir kısmı da bilinçsiz.
Kıskançlığın sorun teşkil eden kısmı da bilinç dışında ve dolayısıyla kişi tarafından kontrol dışında kalınan “alanla” ilgilidir.
Duygu hissedildi mi cin şişeden çıkmıştır;
sonuçlarını yaşayan da muhatabı da deneyimlemek zorundadır..
***
Kıskançlık, adı üstünde sahip olunulan bir şeyin bir başkasından sakınılması, paylaşılmak istenmemesidir.
İki özne arasındaki ilişkinin sınırlarının çizildiği yerdir.
Aradaki “nesne” hükmündedir, nesnenin bir “kişi” olması durumu değiştirmez, İki özneden birinin “nesne” ya da “olgu” olması da durumu değiştirmez.
Bu noktadan baktığımızda,
kıskançlığın kökeninin “mülkiyet” algısı/duygusu/düşüncesi/tasarımı olduğu açıktır.
Birlikte olduğu kişinin, ilişkinin “kendisine ait olduğu” zannının uzantısıdır, kıskançlık hissi ve davranışları.
İlişkinin “adının” konulması bu yüzden değil mi?
Sevgili olarak tanımlandığında “haklar” bu nedenle doğmuyor mu?
Evlenilmişse “haklar” edinilmiyor mu?
Bunlar mülkiyet algı/duygu/düşünce/tasarımının uzantılarıdır ve ilişkilerimize kişisel tasarruflarımız olarak yansır.
***
Hayvanlar “kendi” alanlarını belirlemek için farklı yollar kullanır.
Kimi işiyerek çevreye işaret bırakır, kimi vücut kokusu, kimi ses, kimi ise o bölgeye dahil olacak başka bir cinsini fiziki olarak engelleyerek.
Köpeklerin, kedilerin, atların işeyerek kendilerine bir bölge oluşturduklarını hepimiz biliriz.
“Bu bölge benim”, “bu sürü benim” mesajını ötekine veren, mülkiyet/sahiplenme uzantısını hissettiriyor hayvanların bu davranışları.
Rüzgar’la Çark Caddesi’nde gezerken, yolda rastgele gördüğü bakkallardan hoşuna giden şeyleri almaya çalıştığında, ona,
“Bu senin değil” diyorum.
O da bana “anlamayan” bir yüz ifadesiyle bakıyor.
Ne demek ki
“senin değil”!
Bu öğretimimin sonucu;
artık oyuncaklarının kendisine ait olduğunu düşünüyor ve onu başkalarıyla paylaşmak istemiyor.
Kentpark da elindeki oyuncakla oynamak isteyen yaşıtı bir çocuk ağlamaktan bitap düşmesine ragmen,
Rüzgar “vermem” diyerek, inatla elinde tutu oyuncağını.
Sonuç bu!
***
Peki,
“Mülkiyet”;
bir his midir, doğuştan getirdiğimiz ve dolayısıyla değiştirilemez ve kaçınılamaz mıdır?
Yoksa bir algılama mıdır ve dolayısıyla kişiden kişiye, kültürden kültüre değişir mez mi?
Yoksa bir düşünme biçimi midir ve dolayısıyla bir önceki kuşaktan aktarılmış bir tasarım mıdır?
Mülkiyet kavramı, insanın bedeniyle kurduğu ilişkiyle de yakından ilişkili.
İnsan tüm bedeni kendisi olmasna ragmen, kendisini bedeninin dışında bir şey miş gibi tanımlar;
“kolum”,
“bacağım”,
“beynim” diyerek.
Kendi bedenini kendinin kendisi değil de mülkü olarak görmesi durumu ortaya çıkar böylece.
Bunun nasıl oluştuğunu biliyoruz.
Çocuklarımızı büyütürken
“Hani senin ağzın?”
“Nerde senin burnun?”
Sorularıyla başlıyor bu “kurulan” beden algısı.
Sahiplik algısı…
Yani “dil”le, dilin içine girerek başlıyor herşey…