KİMİM BEN?
İnsanlar sevmez beni…
Ne zaman varlığımı hissetseler, benden kurtulmanın bir yolunu ararlar, bulurlar.
Ne zaman konuşmaya başlasam, susturmanın bir yolunu bulurlar.
Konuşmam neden onları bu kadar rahatsız ediyor?
Anlamıyorum…
Pek çoğu kendini oyalayacak bir şey bulup, kaçıyor benden.
Pek azı bunu bırakıp, varlığımı kabulleniyor, benimle konuşmayı kabul ediyor..
Kendimi yırtarcasına canhıraş bağrışımı duyuyor.
Birinin göğsünde sıkıntı,
başka birinin dizlerinde zayıflık,
bir başkasının kaçınamadığı korku oluyorum yüreğinde..
Herbirinde aynı şekilde ortaya çıksam da onlar hissettiklerinin farklı olduğunu düşünüyorlar.
Onları birbirine bağlayan da ayıran da benim.
Böyle olduğu için birbirlerinin acısını, mutluluğunu hissedebiliyorlar.
Ben onların birbirleri için acı çekmesini sağlıyorum.
Onları birbirine bağlıyorum.
Benim varlığımın acısı bağlıyor onları birbirine.
Benim yüzümden benim sayemde birinin canı yanarken, diğeri de aynı yerinde hissediyor o acıyı.
Benim varlığım sayesinde birinin gözyaşı diğerini ağlatabiliyor.
Birbirlerine verdiklerini düşündükleri değeri, önemi sağlayan benim.
Birbirlerine duydukları bağı sağlayan benim.
Bunları yaşıyorlar ama neden ve nasıl olduğunu bilmiyorlar.
***
Zihninden geçenleri söylerken yukarı, duygularını anlatırken “aşağı” bakar insan…
Benzetme, çaresizliğin dilidir.
Bir kez benzeterek anlatmak zorunda kaldın mı,
hissettiğinin neye benzediği kadar,
neye benzemediğini de anlatmak zorundasındır.
Karıştırılır çünkü.
İnsanın değiştiremediği kaderidir, bu.
Herkes gibi “o” da kendini anlatmak istediğinde hissetti bu çaresizliği.
Kendinden her bahsedişinde yaşadığı “tedirginliğin”,
eliyle yüzünü “buruşturmasının”,
konuşurken sağa sola “bakınmasının”,
gözlerini gözlerden “kaçırmasının”,
göğsündeki “sıkışmanın”,
dizlerindeki “zayıflığın” nedeni, buydu.
Ne söylerse söylesin,
nasıl anlatırsa anlatsın
anlatabilmiş olmayacaktı kendini.
Anlatmış hissetmeyecekti.
İşte, “ben” tam oradaydım!
Anlatamadığı yerde.
Bazen söyleyebildiklerinin arkasında…
Bazen sezdiği, ama göremediği yerde…
Baktığı, ama seçemediği yerde.
Sıklıkla,
pek çok insanın bir ömür boyu yaşadığından “daha fazla” şey yaşadığını düşünürdü.
“Karşılanmamış” beklentilerin hayal kırıklığı “değildi” yaşadığı.
Talihsiz bir hayat yaşadığını da “düşünmüyordu”.
Talihsizliğine acıyan biri gibi yorgun da “değildi”.
Yorgunluğunu kurcaladığında,
“unuttuğu” öfkesini göremezdin onda.
Artık yaşanacak yeni bir şeyin kalmadığını düşünen biri de “değildi”.
Bu duygular ona yabancı değildi lakin,
hissettiği bu değildi.
Çünkü içinde ne acı vardı ne de yorgunluk..
İçinde “ben” vardım.
Kalabalık değil içi.
Yumurta, reçel, peynir, domates ve çikolatadan hazırladığı Su’nun kahvaltısı bile iç’inden daha kalabalık.
Su, ekmeği yumurtanın sarısına bandırıp ona baktı.
Yüzünde kocaman bir tebessüm oldu bu bakış!..
Yalnızlığından sakin ve soğuk içini ısıttı bu gülümseme.
Az önce ölü bir kurbağayı gösterirken titreyen sesi,
büzüşen dudakları ve gözlerindeki yaş nasıl titretmişse içini,
yüzündeki tebessüm de böyle tittretti, ısıtırken.
Bazen sorar kendine,
Su’yu her hatırladığında yüzünde beliren bu tebessüm,
hangi hissin ifadesi?
Su.
Düşlediği gibi..
Sarı, kıvırcık saçları.
Masmavi gözleri,
beyaz teni,
ince bedeni.
O’na benziyor.
Yıllarca ölümünden kendini sorumlu tutup suçlu hissettiği,
abisine benziyor…
Su’nun ölü kurbağayı gösterirken titreyen sesinde hissettiği sızıyla abisinin pencere parmaklıklarına sıkışmış kediyi gösterirken gözlerinden akan yaşını hatırladığında hissettiği sızı, aynı…
Geçen yirmi yılın ardından oniki metreyi aşmış selvi ağacının altındaki abisinin mezarına her gidişinde hissettiği sızıyla,
Su’nun onda kaldığı bir kaç günün ardından
annesine dönüşünde hissettiği sızı, aynı…
İki kardeş.
Acıttıkları yer, aynı.
Gözlerinin arkası.
Gözlerinin aşağısı.
Benim olduğum yer!…