KADININ 30 YAŞ SENDROMU
Kadınların 30 yaş bunalımı için
“30 yaş sendromu geç kalmışlık hüznü, başaramama kaygısı ve kendini sorgulama, bulunduğu durumu beğenmeme hali olarak tanımlanıyor. Bu sendromu yaşayanlar çoğunlukla ya hâlâ bir iş sahibi olamamış ya da yaptığı işten memnun olmayanlar ve iyi bir işe sahip ama evlenmemiş, kendi düzenini kuramamışlar oluyor.” tanımı yapılır.
Ancak, bence Türkiye kadını için bu tanımın çerçevesini camını da değiştirmek gerek…
Sorun düzen kurmanın, iş sorunun çok ötesinde, daha geleneksel bir sorun…
*
Eskiden evlilikler,
kadın ve erkekler için bir “mutluluk hayaliy”, “mutluluk projesiydi”.
Bugünse durumun böyle olduğunu söylemek zor.
Halen böyle bakanlar var elbet.
Ancak eğitim düzeyi yükseldikçe, ekonomik gelir arttıkça evliliğin “motivasyonu” değişti.
Geçmişte,
“mutluluk hayaliyle” evliliğe yaklaşılmasını çokça eleştirmişliğim var.
Mutluluk projelerinin “yüksek beklenti yaratıp, hayal kırıklığı zemini” oluşturduğunu çokça belirtmişliğim de var.
Bugün bu algının büyük oranda kırıldığını görüyorum.
Ancak, bu algının değişmeye başlamış olması konuyla ilgili sorunun çözüldüğü anlamına gelmiyor.
Bugünün evlilik motivasyonu da sorunlu;
“evlenememe kaygısı” ya da “çocuk sahibi olamama” kaygısı.
Yani,
Geçmişte motivasyon mutluluk hayaliydi, şimdi yerini kaygıya bıraktı.
Peki bu önemli mi?
Evet.
Çünkü, davranışları domine eden duygu kişinin hayatının ve ilişkilerinin kaderini de oluşturur.
*
Peki bu geçiş ya da değişim nasıl oldu?
İnsanlar neden evlilikle ilgili mutluluk hayali kurmayı bırakıp,
onu yapılması gereken bir zorunluluk ve yapamamakla ilgili bir kaygı alanı olarak görmeye başladılar?
Bu sonraki yazının konusu olsun…
Kadınlarda,
30 yaşına yaklaşılan yıllarda “evlilik için geç kalındığı”,
30’lu yaşlardan sonra ise “çocuk için geç kalındığı” kaygısı derinleşmeye başlıyor.
32-33 yaşlarından sonra “çocuk için geç kalındığı” kaygısı kurdukları duygusal ilişkilerin temel belirleyenihaline geliyor.
Bu 2 kaygı motivasyonundan birine sahip olan kadınların, evlenmeyi kendileri için “mutluluk kaynağı” gördüğünü söylemek zor.
Bu yüzden evlenmenin onları mutlu ettiği hususu da şüpheli!
30’lu yaşlardan sonra çocuk sahibi olma kaygısını yoğun yaşayan kadınlarınsa “çocuk sahibi olmayı isteyip istemedikleri, buna hazır olup olmadıkları” bir başka karmaşık durum.
Bu kaygıyı taşıyan kadınlarla yaptığım görüşmelerde kafalarının ciddi anlamda karışık olduğunu, çocuk sahibi olmayı istemekten çok (çünkü istiyorlar mı onlar da bilmiyor) “zamanın geçtiği ve bu nedenle çocuk sahibi olamayacakları” kaygısıyla hareket ettiklerini gözledim.
Evlenememe kaygısıyla evlenmeye çalışmak,
Çocuk sahibi olma yaşının geçeceği kaygısıyla çocuk sahibi olmaya çalışmak…
Burada 2 husus var üstünde durulması gereken;
Biri bu kaygılar evlilik kararı için doğru duygu mudur?
Diğer husus, kaygı motivasyonu kişileri evliliğe ulaştırır mı, hedefe ulaştırmayı kolaylaştırır ya da zorlaştırır mı?
*
İlk soru oldukça karmaşık ve kişisel..
İlk bakışta kaygının doğru motivasyon olmadığı, çocuk sahibi olmayı gerçekten istemeyen birinin çocuk sahibi olmasının hem kendine hem de çocuğa zarar vereceği düşünülebilir.
Bu yorumun gerçekçi yanları olsa da sonucun böyle olacağı hususu tartışılır.
Bunun böyle olmadığı kişiler tanıdım.
Hatta bağlanma sorunu yaşayan pek çok kadının, bu yönünü çocukla iyileştirdiğini de gözledim.
Diğer yandan benim kişisel düşüncem,
her insanın hayatında içinde yer aldığı toplumun kültürün yapısına bağlı olarak ilişkilerle ilgili deneyimlemesi gereken bir takım süreçler olduğudur.
Evlenmek ve çocuk sahibi olmak bu hususlardan bazıları.
Bence bizim topraklarımızda doğmuş, bizim kültürümüzle yoğrulmuş birisi evliliği ve çocuk sahibi olmayı tecrübe etmelidir.
Bu tecrübe onun hayatı algılamasında, kurduğu ilişkilerde derinlik oluşmasını sağlar.
Bu tecrübeleri yaşayan herkesin böyle bir gelişim kaydettiği söylenemez elbette.
Kaygıyla da olsa bu tecrübeleri yaşamasını önemli bulsam da şunu da eklemem gerek:
Bu kişiler içi kaygı, ihtiyaç duyulan durum karşılandıktan sonra da çoğu zaman devam eder.
Evliliğe ya da çocuk sahibi olmaya kaygıyla yaklaşan biri, bunları gerçekleştirdikten sonra da bunlarla ilgili kaygı yaşar, bu ilişkileri manüple eder, bunun unutulmaması gerekir, çoğu zaman değişen sadece kaygı nesnesi olur.
Bizim topraklarımızda “evlenmemek” ve “çocuk sahibi olmamak” kişisel bir seçenek, tercih değildir;
Böyle bir düşünce kaygı kökenlidir.
Bu nedenle ben,
“evlenmek istemeyenlerin, bundan kaçınanların evlilikle ilgili bir sorunu” olduğunu düşünürüm.
Bir insanın evlilikle neden sorunu olur?
*
Diğer soru, kişiyi motive eden duygunun yani kaygının ulaşılmak istenen hedefle ilgili süreci nasıl etkilediğidir.
Motivasyonun arzu (hayal, mutluluk projesi) olmasının evliliği kolaylaştıran, hızlandıran bir süreç olduğunu düşünüyorum,
gözlemlerim böyle söylüyor.
Ancak buna rağmen,
kaygının arzuya göre daha itici, zorlayıcı bir gücü olduğu düşünülür.
Kaygının kadını evlilik hususunda daha istekli olmasını sağlaması, ayrıntıya daha az takılıp eyleme geçmesine neden olması beklenir.
Öyle olur mu?
Ben bu süreci kaygıyla yönetmenin kadının işini zorlaştırdığını düşünüyorum.
Kaygı seviyesinin yükselmiş olması, kadının, seçilen kişi için, kişi evliliği istiyorsa onun doğru ya da yanlış kişi olduğu hususunda kaygıya kapılmasına neden olduğunu gözlüyorum.
Doğal olarak bu durum kafa karışıklığı yaratıyor.
Bu karmaşa kadının bir ileri bir geri hareket etmesine, adım atamamasına ya da yavaşlamasına neden oluyor.
Kaygıyla hareket etmenin ikinci zorluğu, kaygının karşı tarafa yansımasıyla ilgili:
Kaygı kadını ilişkide kapalı hale getiriyor.
Karşısındakine dair rahatsızlıklarını belirtmemesine, öfkesini bastırmasına, beklentilerini açıklamamasına neden oluyor.
Özellikle de karşı taraftan “evlilik heveslisi” görünme endişesiyle “böyle bir isteği yokmuş” gibi davranmaya,
karşı tarafın bundan kaygılanıp geri çekilmesi engellenmeye çalışılıyor.
Oysa, beklentilerin ve rahatsızlıkların bastırılması karşı tarafa olumlu yansımıyor.
Karşı taraf bu bastırmalardan dolayı o an için ilişkide konfor alanı bulsa da uzun vadede bu davranışlar güvensizlik yaratıyor.
Karşı taraf bu gizli gündemi hissediyor.
Paylaşılmayan duyguların, düşüncelerin varlığı güvensizlik yaratıyor.
Özetle,
kadının kaygıyla birlikte ilişkide kendisi gibi olamaması, bizzat kaygı duyduğu sonucu yaratır ki bu da ilişkinin evliliğe dönüşmesini ya da çocuk sahibi olmayı zorlaştıran bir sonuç yaratır.
Kaldı ki kadının karşı tarafı korkutma kaygısını taşıyor olması da reel de değildir.
Bu sürecin rasyonel şekilde yönetimi;
kaygının ilişkiyle paylaşılmasıdır, kaygının ilişkiye yansıtılması değil.
Kaygının yansıtılması, yani,
evliliği mümkün kılmak için sergilenen kendi olmaktan vazgeçme, evlilik düşüncesini açıkça ifade etmeme, öfkeyi bastırma, rahatsızlıkları söylememe, beklentileri ifade etmeme davranışları süreci manüple eder.
Peki, hiç mi işe yaramıyor bu davranışlar?
Ne yazık ki işe yaradığı durumlar var.
Bu davranışların yarattığı konfora bağımlı hale gelen ve ayrılamayıp evlenen erkekler var.
“Ne yazık ki” diyorum,
çünkü,
bu düşüncelerle meydana gelmiş evlilikler iki taraf için de çoğu zaman büyük hayal kırıklığıdır.
Kaygının paylaşılmasından kastım ise,
kadının ilişkide kendini açıkça ifade etmesidir.
Kadının kendisi olmasıdır.
“İlişkinin biteceği” kaygısıyla duygu ve düşüncelerini paylaşmaktan geri durmamasıdır.
Peki,
danışanımın söylediği gibi,
“böyle olursa karşı taraf ilişkiden vazgeçmez mi, yani korkulan olmaz mı?”
Hayır olmaz!
O gün onun sorduğu “ya olursa” sorusuna anlamsız şekilde verdiğim şu cevap,
“karşı tarafın bağı, bağlanma ihtiyacı yeterli yoğunlukta değilse, kadın ne yaparsa yapsın, sonuç aynı olur, ilişki bir yere gitmez” cümlem bile gereksizdir, saçmadır.
Ortada olan gerçek şudur;
Her insan gibi erkekler de bağlanmaya ihtiyaç duyar, bu sadece kadının ihtiyacı değildir.
Erkekler de çocuk sahibi olmak ister.
Bu iki duygusal ihtiyacın bizim ülkemizde karşılaşacağı ilişki biçimi ise, evliliktir.
Bir erkek bir ilişkiyi sürdürüyorsa ya da kadının o ilişkiyi sürdürmesine izin veriyorsa; “bağlanmak için” o ilişkiye ihtimal/olasılık açmış demektir.
Buna rağmen, ilişki boyunca ortaya çıkan direnç davranışları;
duygusal karmaşalar, kaygılar, korkular, geçmişle bitmemiş hesaplaşmalar ya da bugün şu anda devam eden başkaca duygusal bağlantılar nedeniyle manüple olmasındandır.
Bu nedenle kadının, “erkeğin bağlanmaya dair bir duygu ve düşüncesinin olmadığı, ancak zamanla ilişkiye alışacağı ve bağlanacağı, sonrasında evliliği kabul edeceği” yönündeki düşünceler üzerine bir ilişkiyi bina etmesi, gereksiz ve anlamsızdır.
Erkek zaten oradadır.
Karşı tarafla evlilikle ilgili düşüncelerin paylaşılmasından kaygı duymaya gerek yoktur.
Erkek bu düşünceden rahatsız olsa da onun ilişkideki tutumunu belirlemez.
Ancak o gün danışanıma söylediğim gibi,
“düşüncenin belirtilmesiyle dayatılması” arasında fark vardır.
Evlilikle ilgili düşüncenin ve beklentinin paylaşılması;
“ya evleniriz ya da bu ilişki biter” değildir.
Ya da karşı tarafı
“evlenecek miyiz, evlenmeyecek miyiz” diye sorgulamak da değildir.
Niyetinizi söylersiniz,
“benim isteğim niyetim bu, senin öyledir ya da değildir bilmiyorum, değilse de ben umudum tükeninceye kadar bunu sürdüreceğim, sadece benim böyle bir duygum, böyle bir beklentim olduğunu bil, yeter. Bu beklentimi karşılamak zorunda değilsin. Bu ilişkiyi sürdürüyor olman bana verilmiş bir taahhüt ya da söz de değildir.” der, bırakırsınız kendinizi.
Ayrıca,
İlişkide karşılaştığınız olaylar ya da durumlar için, hissettiğiniz öfkeyi, rahatsızlıkları ya da yakınlaşmaya dair duygularınızı da yansıtmaktan kaçınmazsınız.
Siz duygunuzu olumlu ya da olumsuz yansıtırsınız, karşı tarafın davranışları sizin yolunuzu belirler…