KADIN NEVROZU
Kuşkusuz nevrozun cinsiyeti olmaz.
Lakin,
her iki cinsin belli davranışlarına yakından bakınca,
her iki cins için söz konusu olan bir takım “kaygı yaratan” sorunların,
bir tanesi için nevrotik düzeyde olduğu görülür.
“Erkeklerin ekonomi kaygısının” nevrotik oluşunu kaleme aldığım yazıda,
bu kaygının varoluşsal bir sorun olduğunu ve bu nedenle insani olduğunu,
ancak erkeklerin bu meseleyle ilgili kaygılarının insani bir kaygı olmasının ötesinde “nevrotik” olduğunu,
erkeklerin “ekonomi kaygısını” kişiselleştirdiğini belirtmiştim.
“Kişiselleşmeyi”;
herhangi bir davranışın, ihtiyacın, sorunun, duygunun kişiliğin bir parçası olarak görülüp bu şekilde algılanması ve bu yönde tepki gösterilmesi olarak tanımlamıştım.
Kişiliğin parçası haline getirilmesinden kastımınsa;
“o şeyin varlığı, yokluğu ya da miktarı üzerinde yeterlilik/değerlilik/sevilebilirlik algısı inşa edilmesi olduğunu belirtmiştim.”
Örneğin:
Toplulukta birinin ulu orta öfke yansıtmasını “sanki size söyleniyormuş” gibi algılamak söz konusu kişinin öfkesini kişiselleştirmeniz demektir.
Herhangi bir düşüncenize, davranışınıza yapılan eleştiriye “öfkeyle/yetersizlik hissiyle” karşılık vermek (bu duyguları hissetmek) kişiselleştirme göstergesidir.
Kişiselleştirme “kaygı verici” bir durumla ilgiliyse kişinin o duruma verdiği tepki farklılaşır.
Söz konusu kaygıya karşı “bozulmuş” bir kaygı tepkisinin yani korkunun ve dolayısıyla kaçınmanın ortaya çıkacağından bahsetmiştim o yazıda.
Kaçınma “kişiselleşmiş kaygının” belirgin özelliğidir, demiştim.
Yine o yazı da “kaygının nevroza dönüşmesiyle” ilgili 2 temel kriterden bahsetmiştim;
- Riskin tehdit olarak algılanması
- Kaçınma davranışı
Bunlar bir araya geldiğinde kişinin kaygısının olağan bir kaygı değil,
nevrotik bir ifade olduğunu belirtmiştim.
Ve bu nevrotik kaygının hem kişinin hem de yakınındakilerin hayatını olumsuz etkilediğini belirtmiştim.
Erkeğin ekonomik kaygısının bu açıdan bakılınca “erkeğin cehennemi” olduğunu söylemiştim.
Bu yazıdan sonra,
“kadının hayatını cehenneme çeviren nevrozun” ne olduğuyla ilgili sorular geldi.
Her şey o küçücük kız çocuğunun eline bebeğin verilmesiyle başlar…
Kadının cehennemi,
kız çocuğunun eline “tutuşturulan” bebektir!
Kişiliğin oluşumunun şekillendiği dönemde uygulanan yönlendirme içerikli davranışlarla cinsel kimliğe ait bir takım “ihtiyaçlar, duygular”, sadece cinsel kimliğin değil kişiliğin de parçası haline gelirler.
“Cinsel kimlik kişilikten ayrı bir parça mıdır?” tartışmasını şimdilik kenara bırakıyorum.
Şunu söylemeye çalışıyorum;
Kadın için:
Bebek sahibi olmayı istemek sadece bir istek, bağlanma, üreme ihtiyacının karşılanması değil bunun ötesinde bir eylemdir.. çocuk sahibi olmak, kişilik olarak onaylanacağı bir alandır ve bu nedenle bebek meselesi kadın için kişiselleşmiş bir alandır.
Toplum tarafından “onaylanma” ihtiyacı olarak algılanması, kadının “bebekle” ve dolayısıyla bebek sahibi olabilmek için “evlilikle” kurduğu ilişkiyi, buna dönük ihtiyacı anomali hale getiriyor.
Dikkat edilmesi gereken nokta,
çocuk konusunun kişiselleştirilmesinin “başlangıç” noktasının çocukluk olduğu,
çocuğun eline tutuşturulan bebekle onun bir kadın olarak “ne olması” ya da “olmaması” gerektiğinin öğretilmesidir.
Eline bebek tutuşturularak kız çocuğuna şu mesaj verilir;
“Sen bir kadınsın, kadın olarak seni değerli, sevilebilir yapacak olan şey bebek sahibi olmaktır.”
Kuşkusuz yıllar içinde o bebeği ancak evlenerek, aile kurarak yapabileceğini de öğrenecektir.
Yönlendirme, kişiselleştirmenin zemini ve hatta temelidir.
Peki,
bu tür yönlendirmeler olmadan çocukların cinsel kimlikleri gelişmez mi?
Küçük kız çocuğun eline bebek vermezseniz o bir kadın olmaz mı, olamaz mı?
Eline bebek tutuşturmazsanız büyüdüğünde bir erkekle evlenmeyi, duygusal bağ için bir erkeği “seçmeyi” istemez mi?
Aile kurmayı, çocuk sahibi olmayı istemez mi?
Aile kurumunun temeli sarsılmış, eş cinselliğin, biseksüelliğin kapısı mı aralanmış olur yönlendirme olmazsa?
Yönlendirme konusunun ne kadar gerçekçi olduğunu tartışmak için, şu soruyu gündemde tutmak gerek:
Yönlendirme ihtiyacı ve buna dair kaygı, her iki cins için aynı yoğunlukta mı?
Örneğin,
kız çocuğunun eline silah, kamyon verilmesi mi daha çok tedirginlik yaratır ebeveynde,
yoksa erkek çocuğunun eline bebek ya da makyaj malzemelerinin verilmesi mi?
Sorunun cevabı belli!
Cinsel kimlikle ilgili yönlendirmeye daha şiddetli ihtiyaç duyulan taraf, erkektir.
Eğer yönlendirme objektif bir zemin üzerine yükseliyorsa ve her iki cins için cinsel kimliğin gelişimi açısından elzemse,
neden erkek kimliği için daha hayati olarak algılanıyor?
Durumun böyle olması yönlendirmenin hangi düşünce ve duygular altına yapıldığını ve dolayısıyla ne kadar gerçekçi/rasyonel olduğunu gösterir.
Parantezi burada kapatayım.
Kadın nevrozunun köklerinin nereye uzandığını göstermek için açtım meseleyi.
Nasıl ki erkek çocuğa “erkek adam evine bakan adamdır” denilerek kişiliği şekillendiriliyorsa
Kadına da anne olmak, aile kurmak aşılanıyor.
İşte;
Kadının hayatında onun kişiliğine bulaşmış şekilde yaşayan nevroz, budur.
“Bir insanın evlenmek, aile kurmak istemesi, çocuk sahibi olmayı istemesinde ne var, bu son derece doğal, bunu erkekler de istiyor” diyebilirsiniz.
Elbette, böyle zaten.
Ancak mesele isteğin kendisinde değil,
kadının bu ihtiyacının nevrotik düzeyde olmasındadır.
Bu ihtiyaçların varlığının ya da yokluğunun kadın tarafından kişiselleştirilmesidir.
Evlenmek, aile kurmak, çocuk sahibi olmak,
kadının “kadın olabilmesinin” temel koşulu olarak görülür.
Bu nedenle daha gençlik dönemlerinden itibaren anneler kız çocuklarının evlenip evlenemeyecekleriyle ilgili kaygı yaşarlar.
Bu kaygı onlara da anneleri tarafından öğretilmiştir!
Bu kaygıda toplum tarafından onanma sorunu vardır.
Anneler bunu hem çocuk adına hem de kendi adlarına kişiselleştirirler.
Evde Kal-ma!
“Evde kalma” deyimiyle ifade edilen kaygı, bu nedenle ortaya çıkar.
Kimseye varamamış, seçilmemiş, alınmamış kızdır, evde kalan kız…
Bahsettiğim nevroz, tam da bu sıfat tamlamasının içeriğidir.
Kadının “evlenmemek” gibi bir seçimi söz konusu değildir.
Evlenmek kadın kimliğinin/kişiliğinin bir parçasıdır.
“Kadın dediğin budur, böyle bir şeydir ve bu yoksa, olmuyorsa o kadın eksiktir, kusurludur.”
Menapoz Sıkıştırması..
Kişiliğin parçası haline dönüştürülüp kişiselleşmiş bu ihtiyaca menapoz gibi bir “bela” eklenince,
Kadının kaygısına zaman kaygısı da eklenir.
Kadın,
kendisinden tam bir kadın olması için beklenen şeyleri yapmalıdır,
üstelik bunları “belli bir zaman” içinde yapmalıdır.
Erkeğin evlenme yaşı pek sorun edilmez, ancak kadının yirmili yaşları geçtikten sonra bir an önce evlenmesi beklenir.
“Yaşı geçmek” deyimi de bu beklenti ve kaygıyla ilişkilidir.
Kaygı:
Yapılması gereken bir “şey”, ulaşılması gereken bir “hedef”, olunması gereken bir “durum” vardır
ve bunun için zaman akıp gitmekte, fırsat kaçmaktadır.
Seçilme Kaygısı..
Kuşkusuz kadının zihnini alev topuna döndüren “kaygılar” bunlarla sınırlı değildir…
Kadından, tüm bu beklentiler, ondan pasif davranarak gerçekleştirmesi beklenir.
Yani…
Normalde şöyle düşünülür:
Madem çocuk yapmak istiyor, madem bunun için evlenmesi gerek;
erkeklere yönelmeli, ilişkiyi başlatan taraf olabilmeli, bu konuda istekli, aksiyon alan taraf olmalı…
Ancak, bu imkan da alınır kadının elinden.. kısıtlanır toplum tarafından, geliştirilen yargılarla önü kesilir.
Kadın olabilmesi için, sahip olması gerekenleri “hem belli zaman içinde” hem de “pasif davranarak” elde etmelidir.
“Seçen” değil “seçilen” olarak bu görevleri yerine getirmelidir.
Diğer hemcinslerinizin arasından seçilebilmeniz için, onlarla rekabet halinde olmalısınız.
Ya onlardan daha iyi olmalısınız ya da en azından onlardan geride olmamalısınız!
“Seçilme kaygısının” uzantısal davranışı güzel olmaya karşı büyük ihtiyaçtır.
Güzellik, kıyafet, makyaj konusundaki zorlantılı davranışlar, bu ihtiyaçlar ortaya çıkar.
Erkekler de güzel görünmek ister.
Ancak kadın için güzellik sorunsalı,
güzel görünmenin “saplantı” derecesinde bir ihtiyaca ya da güzel görünmemenin bir “yetersizlik krizine” dönüşmesidir.
“Kadının Dediğin” Oturup Kalkmasını Bilmeli!
Evi çekip çevirebilecek yetilere sahip olmalı, anne rolünü üstelenecek tutum ve davranışları sergilemeli, oturup kalkmasını bilmeli…
Kadın çocuk sahibi olmak istiyorsa evlenmeli, evlenmek istiyorsa
“evlenilecek kadın” tanımının içeriğini karşılamalıdır.
“Evlenilecek kadın”;
hem erkek tarafından diğerleri arasından seçilecek kadar çekici olmalıdır,
hem de toplum tarafından onaylanacak kadın ve anne davranışlarını sergilemelidir.
Çocuksuz Kadın, “Eksik” Kadındır..
Çocuğu olmayan kadın, sadece o sevgiden mahrum olmakla ilgili acı çekmez, acının daha yoğun kısmını kendini eksik hissederek yaşar.
Çocuk sahibi olmakla biter mi peki çocuğa dair kaygı?
Elbette hayır!
Kadın çocuğu normal doğumla mı yaptı, sezeryan doğumla mı?
Bu da bir kıyas meselesi, değerlilik-değersizlik sorunsalıdır kadın için.
Çocuğun fiziksel olarak, zihinsel, psikolojik olarak akranlarından farklı olup/olması ise ayrı bir kıyas ve yeterlilik konusudur.
Süt geldi mi gelmedi mi?
Anne çalışıyorsa çocuğu için, çalışmayı bıraktı mı bırakmadı mı?
Çocuk uyumlu mu uyumsuz mu, diğerlerinden başarılı mı başarısız mı.. çocuğa dair akranlarından ileri ya da geri olan her şey anne için bir kişiselleşme zemini, kıyas için nesne, değerlilik için bir sorunsaldır.
Tüm bu sebeple çocuk konusu, kadınlar için nevrotik bir kaygı alanıdır.
Dişi kuş..
“Mesele burada bitti” diye düşünüyorsanız, elbette yanılıyorsunuz!
Bu kez de “evliliğin sürdürülmesi zarureti” ortaya çıkar.
Nasıl ki evlenebilmek kadının değerini gösteren bir kriterse o evliliğin “sürüp-sürmemesi”, sürüyorsa “nasıl sürdüğü” de başka bir kişiselleşme alanıdır.
Evlilik “çatışmalı bir evlilik” görüntüsü taşıyorsa kadın kendini yetersiz hisseder.
Evlilik de “ilgi görmüyorsa” kendini yine yetersiz hisseder.
Bunlarla ilgili kötü hissetmesinin yanına “başarısızlık” duygusu eklenip, bunun için ayrıca acı çeker.
Bu nedenle evliliğin sürdürülmesi de “kadının görevidir”.
Çünkü bu hem öğretilmiştir hem de buna tüm beklenti ve kaygılardan dolayı erkekten daha çok ihtiyacıvardır.
Zira bir şeye ne kadar çok ihtiyaç hissederseniz, ona karşı o kadar zaafınız vardır.
Kuşkusuz bu zaaf kullanıma açık hale getirir kadını.
Evlilik sürmezse kadın boşanınca “dul” olur,
“Evliliği dişi kuş yapar” söylemi sadece kadının zihninde var değildir.
***
Yazının başına dönüp, yazımı bitireyim.
Çocuk sahibi olmak, evlenmek, aile kurmak çok tabii duygusal ihtiyaçlardır ve bu sadece kadın için talep edilen istekler de değildir.
Kadın için bunları nevroza döndüren, kadının bunları toplumsa onay için kişiselleştirmesi, kendisi için bir değer ya da değersizlik alanına dönüştürmesi,
sevilebilirlik kriteri olarak algılaması,
bunun ona çocukluktan itibaren öğretilmesidir.
Doğal olarak bu algılamalar,
bu beklentilerin karşılanamamasıyla ilgili kaygıları kadın için risk olmaktan çıkartıp
tehdide dönüştürmektedir.
Tehdit algılaması kadının bu duygulardan kaçınma davranışı geliştirmesine,
“tehdit ve kaçınma” davranışının birbirini takip eden bir döngü yaratmasına,
sonu gelmez fasit bir daire içine yaşantının hapsedilmesine neden olmaktadır.
Bundan ala cehennem mi olur!
***
Kuşkusuz bu yazı genelleme içerse de “kendisini bunun dışında görenler” için kapsam dışındadır.
Ayrıca, kadının ne olması, nasıl olması gerektiğiyle de ilgilenmemiştir bu yazı.
Maksat,
olduğu düşünülen şeyi olduğu düşünüldüğü şekliyle ortaya koymaktı…
Görüşmek üzere…