KABUL EDİLMEMİŞ BAĞLANMANIN İTİRAFI (1)
Gözlerini kaçırdı gözlerimden.
Oysa, ne düşündüğümü deli gibi merak ediyor.
Biliyorum, hissediyorum bunu.
Ne var ki duymaktan, gözlerimde göreceği şeyi görmekten duyduğu korku yüzünden;
kendinden kaçtığı gibi kaçıyor gözlerimden.
Oturduğu koltuğun sağındaki cama baktı uzun uzun.
Sonra tavana, sonra yere, sonra sonra sonra…
Gözleri, benim dışımda her yerde gezinip durdu.
An an bakıp, ne düşündüğüme, ne hissettiğime dair bir kırıntı alıp gözlerimden, uzaklaştı benden.
Gözleri ne kadar gerideyse, sözleri bir o kadar önde.
Susmuyor.
Kelimeler birbirini takip ediyor.
Bir olaydan diğerine, bir duygudan ötekine, zihninde gezinip duruyor.
Biliyor kendini anlatamadığını, ve böyle giderse saatlerce anlatsa da kendini anlatmış hissetmeyeceğini.
“Biliyorum, anlatamıyorum kendimi” diyor ara ara,
ve bazen de
“Anlıyor musunuz beni?” diyerek, çaresizce bakıyor yüzüme…
Bakıyor, ama gözlerime değil.
Söylediklerine baksan, zannedersin ki duygularını düşüncelerini onaylatmak için bu odada…
İstediği tek şey bu.
Suçlu olan eşi, kendisi değil.
Haksız olan eşi, kendisi değil.
Söylediklerine baksan, bunu anlarsın, yüzündeki makeye takılırsın.
“Evet haklısın!” diye bir cümle söylemeni bekliyor zannedersin.
Söylediği tüm kelimelerden, getirdiği tüm suçlamalardan, savunmalardan, açıklamalardan;
senden böyle bir şey bekliyor zannedersin.
Sen, onun görmediği bir yeri göstereyim diye araya girip,
“Şu açıdan baktın mı?” diye bir soru sorsan, gelen cevaplardan zannedersin ki; senden tüm beklentisi, onu onaylaman.
Ara ara kendini eleştirdiğini duyduğun cümlelerin sonuna eklediği ama’yla başlayan cümlelerde, yine aynı mesajı alırsın;
“lütfen beni haklı gör”.
“Söyle bana, bana haklı olduğumu, suçlu olanın eşim olduğunu söyle.”
Suçlu olanın eşi olduğunu söyle ve bitsin bu işkence…
Zannedersin!…
***
Oysa beklediği bu değildir.
Sana verdiği mesajla, senden beklediği şey farklıdır.
O kadar farklıdır ki farkı kendisi bile bilmez.
Senden asıl beklentisinin kendisini suçlaman olduğunu, kendisi de bilmez.
Bu yüzdendir ki kendini onaylayanlara anlatmak istemez artık kendini.
İlk zamanlar hoşuna gitse de öfkesinin onaylanması, zaman geçtikçe, eşi dönmedikçe, gelmedikçe değişir.
İlk zamanlar,
öfkesinin onaylanmasından memnun olur, umut eder ki;
öteki haksızdır ve eninde sonunda anlayacaktır haksız olduğunu.
Ve haksız olduğu için, gelecektir.
Binbir pişmanlıkla, nadim olarak dönecek ve onun beklentisini karşılayacaktır.
Lakin zaman geçtikçe, haksız olduğunu düşündüğü halde gelmedikçe, tükenir içindeki umut.
Umut tükenir, kaygının ve korkunun yarattığı kavurucu ateş, öfkeyi dindirmek yerine daha da artırır.
Kendine duyduğu öfkeyi eşine yansıttığının farkında olamayacak kadar gözü kararır.
Algısı bükülür.
Gerçeklik bozulur.
Fabrika ayarları bozulmuş bir cihaz gibi, ne söylediğini ne düşündüğünü neden öyle düşündüğü neden öyle hissettiğini bilemeden; düşünür, hisseder ve anlatır…
İşte artık o zaman, haklı görülmek bir şey ifade etmez olur.
Biri birşey söylemeli, ama ne!
İşte o zaman;
sana yansıttığı mesajın, zannettiğin şeyin gerçek olmadığını anlarsın.
Onun senden başka bir şey beklediğini anlarsın.
Karşımdaki koltukta oturup, halen gözlerimden kaçınan onun benden beklediği gibi.
O…
Kendini suçlamak için geldi.
Ona “dur!” demem için,
“Hep sen mi haklısın!?” demem için geldi.
Bunu kendisine kendisi söyleyemediği için geldi.
Dışarıdan duymak daha az acı vereceği için geldi.
“Kendimi suçlu hissediyorum” diyemediği için geldi.
Bunu kendine söylediğinde hissedeceği pişmanlığın acısından, pişmanlığın getireceği kaybetme korkusundan kaçındığı için geldi.
Kendisi suçlandığında “ama” diye başlayarak kendini savunmaya çalışsa da,
içten içe suçlanmaktan duyduğu hoşnutluk, bu yüzdendi.
Kendisinin suçlanması,
eşinin artık geri dönmeyeceğinin yarattığı korkuyu dindiriyordu.
O zaman bir ihtimal var demekti…
Bir ihtimala daha var!..
Demek ki umut tükenmemişti.
İçinden adım atmak gelmese de, onu zorlayacak bir neden olacaktı.
Kendine rağmen adım atmasını, korkusunu dindirecek bir nedeni olacaktı; suçlanınca…
İçinden gelmese de, birileri “Suçlu sensin!” diyecekti,
o da çaresiz, öyle düşünmese de, öyle hissetmese de, gereğini yapacaktı.
“Suçlu sensin!” yargısından emin olmadan, hatta bunu kendine bile sormadan, gereğini yapacaktı.
Yapacaktı,
çünkü,
şimdi,
yani hemen şimdi,
karşımda oturuken,
kendini suçlamaktan başka bir limanı yoktu.
Sığınacağı başka hiçbir yer yoktu.
Çırılçıplaktı.
Lakin, korkuyordu bu limana demirlemekten.
Güvenli gelse de, bu limandan hiç çıkamamaktan, ömrünce kendini suçlu hissetmekten, bu acıdan kurtulamamaktan, korkuyordu…
Bir yüzü onu haklı bulduğumu söylememi beklerken,
Diğer yüzü onu haksız bulduğumu söylememi bekliyordu.
OYSA,
Bir yanı daha vardı, görmediği…
Görmek istemediği…
Duymak istemediği…
Söylediğimde, gözlerime anlamsız, boşluğa, hiçliğe bakar gibi baktığı…
Duysa da iki saniye sonra unuttuğu…
Bir şey daha var…
Derinden konuşan.
Hep konuşan.
Ama, kendini hiç duyuramayan.
Her an kulaklarına fısıldayan, ama duyulmayan…
Diyor ki;
“Kendini boktan hissettirmesine,
seni incitmesine,
kendini kötü hissettirmesine rağmen,
gidemeyecek kadar BAĞLISIN ona…
Onsuz yapamıyorsun ve yapamayacaksın da…”