İyileşme
İYİLEŞME
Anxiety;
Nedensiz kaygı
Oysa bu bir yanılgı, ya da gerçekçi bir tanım değil.
Tüm kaygıların bir nedeni var.
Bilinçli olsa da olmasa da, her kaygının bir nedeni var.
Psikiyatri nedeni bilinçsiz olan kaygıyı bir hastalık olarak, anxiety olarak tanımlıyor.
Bilinçsiz kaygı eğer bir hastalıksa, bana göre insan doğuştan hastadır.
İnsan, doğuştan anxiety hastasıdır.
İnsan hayatının açmazının en temel semptomu, en temel gerçekliğidir anxiety.
Kişinin bu hastalığının/sorununun/kaygısının farkında olmaması onun hasta olduğu gerçeğini değiştirmez.
Fark etmese ve kabullenmese de bu hastalığın etkisini hayatı boyunca yaşar.
Kimimiz etkisinin farkında olmaz, hayatını onun etkisi altında yaşar, başkaca psikolojik sorunlar/hastalıklar, sıkıntılar yaşar, ama gerçek sorunun “o” (anxiety) olduğunun farkında olmaz…
Kimimizse o’nu (anxiety) açıkça yaşar, bundan şikayet eder, sorun ya da hastalık olarak tanımlar, çözüm arar, doktora gider, tedavi görmeye çalışır ya da başkaca yollarla gidermeye çalışır; ancak anxiety’nin “ne olduğunu” ve bunun gerçek anlamda çözümünün “ne olduğunu” bilmez, ilaçlarla, geliştirdiği yönetemlerle sorunu öteler/bastırır/geçiştirir; ancak hayatında bu sorun (anxiety) dönem dönem yoğunlaşarak kişiye geri döner…
Her insanın kişisel hayatı bu hastalığın “pençesinde” geçer.
Anxiety’nin farkında olsa da olmasa da, kabul etse de etmese de yaşadığı gerçek budur.
Bu, onun insan olmasının getirdiği bir yazgıdır.
Bazı uzmanlar bu düşüncede değil.
Hatta çoğunluğu doğarak yani varolarak ve dile girip insan olarak bilincimize aldığımız kaygı durumunu hastalık (anxiety) olarak görmez, Anxiety’yi sonradan ortaya çıkan, hayatı tıkayan bir kaygı durumu olarak tanımlar.
Oysa onların tanımladığı hastalık, insan doğuştan getirdiği varoluşsal bir sorundur ve hayatının en temel sorunu, en temel acısıdır…
Anxiety, buna kafa yoran filozoflar ve psikanalistler tarafındansa kaçınılmaz bir sorun, değiştirilemez bir “kader” olarak görülür.
Peki, bu varoluşsal hastalık, gerçekten amansız mıdır?
Bu acı, başedilemez ve kader gibi kabul edilmesi gereken, karşı konulmaz bir sancı mıdır?
Ben böyle olduğunu düşünmüyorum.
Onu kabul edilmesi gereken ve bastırılması gereken bir sorun olarak algılamak, onu derinleştirmekten, hayatı tüketmekten başka bir işe yaramıyor.
Ağrı bedendeki bir hastalığın habercisidir.
Ağrının nedenini anlamaya çalışmak yerine onu dindirmeye çalışmak, ağrıya yol açan hastalığın içeride zamanla derinleşmesine neden olur.
Ne yazık ki Anxiety’yle ilgili gerçek de böyle.
Ancak; İnsan oğlu her türlü ağrısı/sancısı/sızısı için “neden ve nereden kaynaklanıyor?” sorar da, bu tanımsız, bilinmez acı için bu soruyu sormaz.
Onu kader gibi kabul eder ve ondan kaçınmaya çalışır.
Ayrılık acısı gibi.
İlaç dışında başkaca “geçiştirici” çözümler;
Bağımlılığın her türü;
Aşk, sigara, uyuşturucu, alkol vs…
Adama davranışları;
Bir ideolojiye, aileye, çocuğa, bir misyona, bir davaya, bir dine, bir cemaate, bir şeyhe kendini adama…
Yeme bozuklukları…
İş, siyaset, spor bağımlılığı…
Temizlik…
Nevrozun tüm çeşitleri ve aklıma gelmeyen pek çok çözüm davranışı, kabul edilemeyen anxiety sorunlarıdır…
Tüm çözüm davranışlarının kişiye, hayatın kalitesine, ilişkilere olumsuz etkileri vardır.
Bu savunmaların hiçbiri, kişiye diğerinden “daha az zararlı” değildir.
Şu bir gerçek ki çözüm davranışlarının maliyeti,
Kaybedilmiş bir yaşamdır ve anxiety’nin verdiği acıdan daha büyük acı yaratır…
Ben anxiety’nin bir kader olduğunu düşünmüyorum…
Ona kendimizi teslim etmeden de yaşamı mümkün kılabiliriz…
Onu yok etmek mümkün mü bilmiyorum, ama onun karşısında bu kadar çaresiz değiliz.
Kişisel tecrübelerim bu düşüncemi destekliyor…
***
17 ağustosta deprem duvar gibi dikildi önüme.
Reddedemediğim bir acıyla karşı karşıya kaldım.
Reddetmek ve hiçbir şey olmamış gibi yaşamak istesem de, yapamadım.
Çevrem tarafından yargılanma korkusu ve her yanımdan ölenlerin anıları ve yaşadığım yoğun boşluk hissi.
Öylece ortada kaldım.
Ve daha önemlisi eşime hissettiğim yoğun suçluluk hissi.
Onları benim öldürdüğümü düşünmem.
Suçluluk hissini kabullenemedim yıllarca.
Yedi yıl boyunca kendimi suçlu hissettiğimi sansam da gerçekte yaptığım, 7 yıl boyunca kendimi suçlu hissetmekten kaçınmak oldu, bu duygudan kurtulmaya çalışmak oldu.
Suçluluktan kaçınmak için, ilk yaptığım hayatı bırakmak oldu.
Daha önce keyif aldığım ne varsa herşeyi bir kenara bırakıp, inzivaya çekildim.
Kendimce kendimi temize çekmeye, aklamaya çalıştım.
Dine verdim kendimi.
Kaybettiğim eşime iç dünyamda mesaj vermeye çalıştım;
“Bak ben artık bencil biri değilim, iyi biriyim”.
Oysa mesajı kendime veriyordum.
Kabullenemediğim suçluluk hissimi bastırmaya çalışıyordum, çünkü suçlu hissetmek kendimi kötü biri gibi hissettiriyordu, kendimi yargılamaya dayanamadığım için affetmeye çalışıyordum.
İşte anxiety’nin ortaya çıktığı yer, depremin hemen ardından yaşadığım ve kapatamadığım bu acı oldu.
İçimdeki yoğun acı.
Göğsümde yanma hissi, mideme doğru yayılan bir kasılma, boğazıma doğru çıkan bir tıkanma, el, yüz, alında uyuşmalar…
Çarpıntılar…
Yoğunlaştığında ortaya çıkan ve bazen krize dönen ağlama nöbetleri…
Gideremediğim bir gerilim hali…
Sanki o an nefesim duracak.
Derin nefes alma ihtiyacı.
Ne kadar derin alırsam alayım, ciğerlerimde dolduramadığım bir boşluk hissi.
Hayatımda dolduramadığım boşluğun bir yansıması.
Ne kadar nefes alsam da ciğerlerimin tatmin olmaması.
Ve acının patolojisi; hiçbir zaman geçmeyecekmiş hissi yaratması.
Bu hislerin yarattığı zayıflık, güçsüzlük hissi.
Ve kendine acıma, kendimi yetersiz, eksik, istenmeyecek biri gibi hissetme…
Bu acının şiddet olarak daha düşüğünü deprem öncesinde de yaşardım ve adına; “can sıkıntısı” derdim.
Hani şu hepimizin zaman zaman hissettiği, neden olduğunu bilmediği, sinemaya, tiyatroya, arkadaşlara, alışverişe giderek giderdiği, bir sigara, bir kadeh içkiyle üstünden atmaya çalıştığı, bir dost sohbetinde yok ettiği “tanımsız” sıkıntı…
“Can sıkıntısı” işte!
Bu sıkıntıyı insanoğlu çocukluktayken bilinçsiz şekilde yaşayıp, sürekli farklı şeylere odaklanarak giderir; “sıkılmanın ne demek olduğunu bilmeden bu sıkılma durumunu ortadan kaldırır”.
Zaman ilerledikçe, oradan oraya kendimizi atmanın adına “can sıkıntısı” dediğimiz garip, bilinmez bir iç huzursuzluğu olduğunu anlarız, bir yandan da bunu çevremizden öğreniriz, çünkü “illet” karşısında yalnız değilizdir.
Bu sıkıntının insan olmanın doğası olduğunu düşünür ve kabul ederiz.
“Neden?” diye sormayız,
“İnsan olmak böyle bir şey” der ve onunla yaşamayı öğreniriz.
Anxiety, hep varolsa da onu geçiştiremeyecek bir durumla karşılaştığımızda ortaya çıkar…
Duvardaki çatlaktan sızan suyu bir bez parçasıyla kapatmaya çalışarak geçiyor hayatımız.
Anxiety, artık çatlağın kapatılamaması, suyun sızmasıdır…
Deprem sonrası yaşadığım acı ve kendimi suçlamam, benim için içimdeki o sıkıntıyı gideremeyeceğim bir sürece dönüştü.
Önceki çözüm davranışlarımı, can sıkıntısını gideren davranışlarımı geliştiremedim, çünkü bunların hepsi kaçındığım suçluluk hissini yaratıyordu, kendimi suçlu hissetmekten kaçınırken yine kendimi suçlu hissediyordum.
Ben hayatıma devam ediyor olacaktım, onlarsa hak etmedikleri halde ölmüş!
Anxiety’yi suçluluk hissinden kurtulamadığım için kabul etmek zorunda kaldım.
Bu acıyı kabul etmekten başka çarem yoktu, çünkü suçluluk hissinin yarattığı kendimi yargılamam ve kendimi kötü biri olarak görmem daha fazla canımı yakıyordu…
Kendimi kötü biri algılamaya tahammül edemediğim için acıyı yani anxiety’yi kabullenmek zorunda kaldım.
Bu diğerine göre daha katlanılırdı.
Anxiety’yi kabul etme nedeni ve süreci herkes için farklıdır.
Kiminde benim gibi suçluluk hissiyle,
Kiminde hayatla ilgili yoğun korkuyla,
Kiminde yoğun bir kendine güvensizlikle,
Kiminde kaybedilenin yerine yenisini koyamamayla, ,
Kiminde eşini, işini, yakınını ya da kendisi için önemli olan bir şeyi kaybetmeyle ortaya çıkar…
Benzer olan; yaşanan travmanın sonraki süreci tıkaması ve hayatı durdurmasıdır…
Benim gözlemim odur ki, Anxiety, her zaman arkasında travmatik bir süreçle ortaya çıkıyor.
Her ne kadar kişi “bir sorunum yok benim, durup duruken ortaya çıktı” dese de, kişisel öykü analiz edildiğinde kabul edilmeyen travma kendini gösteriyor.
Benim sürecim yukarıda anlattığım gibi başladı ve ilerledi.
Anxiety’yi kabul etmek zorunda kaldım ve onunla yaşamayı kabullendim önce.
İlk yıllar iki-üç hafta süren ve hiç geçmeyen anxiety nöbetlerim vardı.
An an azalsa da, yaygın olarak o süre boyunca hep sürdü.
Bir kaç hafta sonra bir kaç günlük bir ara verir, sonra tekrar gelirdi.
Bunun için ilaç kullanmadım, onu başka bir çözüm davranışıyla da geçiştirmeye çalışmadım.
Bunu yapamadım da, hissettiğim suçluluk duygusu beni köşeye sıkıştırmıştı.
İlk yıllar bu yaşadığım acının ne olduğunu, ne zaman yoğunlaştığını, ne zaman azaldığını, ne zaman ve neden ara verdiğini, tekrar nasıl ortaya nasıl çıktığını, neyin tetiklediğini anlamaya çalışarak geçti.
Sonraki yıllarısa onu azaltmanın, yok etmenin yolunu aramakla…
Sonraki yıllarsa geliştirdiğim çözümü uygulamakla…
12 yıldır onunla uğraşıyorum…
12 yıl sonra geldiğim yer;
Depremden bu tarafa anxiety nöbetlerim giderek azaldı.
Son iki yıldır göğsümdeki o acıyı hiç hissetmiyorum.
Beni huzursuz edecek, kaygılandıracak sorunlar yaşasam da geçmişteki kadar kötü hissetmiyorum kendimi.
Ne denli büyük bir sorunla karşılaşırsam karşılayım, yüreğime çöken o acıyı hissetmedim.
Uyuşmalarım yok.
Derin nefes almalarım yok.
Bedenimde ve zihnimde yoğun olarak hissettiğim yorgunluk hissi yok.
“Nasılsın?” sorusuna verdiğim “Hayat işte!” cevabını vermiyorum artık.
Kendimi yorgun hissetmiyorum.
Kaygılarımın arttığı durumlarda zihnimin içinde varlığını hissettiğim düşüncelerin varlıklarını hissetmiyorum.
Kaygı anında oluşan kaygılı görüntüler zihnimde eski derinliğinde değil.
Zihnimin aynı anda birden fazla kaygıyla uğraştığı, bu kaygıları gidermek için çözümler aradığı yoğun düşünsel süreç kesildi.
Zihnim yavaşladığını hissediyorum.
Zihnimdeki kaygılı düşünceleri ruhumda hissetmiyorum.
Kaygı anlarım yine var ve yine kaygı yaşıyorum ancak hissetme şiddetim ve hissetme şeklim değişti:
Kaygıyı ayak bileklerimdeki gerginlik olarak yaşıyorum sadece.
Bazen de ayaklarımdaki zayıflık ve güçsüzlük hissi veren ince sızıyla yaşıyorum.
Bu, göğsümdeki acıyla kıyaslanamayacak bir eşik değişikliği…
Sorunu buraya indirgemiş durumdayım.
Anxiety’nin bedenimdeki son etkisi bacakalarımda…
Ve bir de hayatla ilgili umutsuzluk, anlamsızlık, hiçlik hislerimde/düşüncelerimde…
Bunları bir duygu bedenimde yaşamıyor, zihinsel bir bunaltı olarak yaşıyorum.
Geçmişe dönüp baktığımda anxiety’le ilgili sorunumu azalttığımı görüyorum.
Bu iyileşme sürecinde zihnimle bedenim arasındaki ilişkiyi kavradım.
Kaygılarımı tetikleyen zayıf yerlerimi, kriz anlarımı ve kriz süreci davranışlarımı tanıdım.
Hayatla başedildiğimi görmek, kendime güven duygumu artırdı.
İyileşme sadece göğsümdeki o acının gidişinde değil, tüm hayatımda bir ferahlık olarak hissediyorum.
İlişkilere olan bağımlılığımın azaldığı, duygularımı daha içimden geldiği gibi yaşadığım bir süreç olarak yaşıyorum.
Sadece içimdeki acı/sıkıntı değil iyileşen, hayatım, ilişkilerim oldu…
O salı gecesi, annemden ayrılışımın son acısını yaşadım.
Sahi ben size hep babamı anlattım, annemden hiç bahsetmedim değil mi?
Anlaşılmaz değil, ben kırk yıldır kendime bile söylemedimki annemle aramdaki bilmeceyi…