İnanmak ve Hezeyan
İNANMAK VE HEZEYAN
İnanmak sözlükte;
“Bir şeyi doğru olarak benimsemek, Birini doğru sözlü olarak bilmek/güvenmek, Bir şeyin varlığını, doğruluğunu kabul etmek, Sevecek, güvenecek ve bağlanacak en yüksek varlık olarak bilmek, iman etmek, Kanarak aldanmak” cümleleriyle tanımlanıyor.
Ben bu tanımları biraz daha derinleştireyim, özellikle de “psikolojik bir derinlik” katarak, genişleteyim…
İnanmak;
Öyle olduğundan “kesin emin olmadığımız” bir durumla ilgili, “öyleymiş” gibi algı oluşturmak, bu yönde tutumlar geliştirmek, davranışlar sergilemektir.
İnanmayı farklı/özel hale getiren;
Öyle olduğundan “emin olmadığımız” bir durumu, eminmişiz gibi algılamamızı, düşünmemizi, hissetmemizi, davranmamızı mümkün kılmasıdır.
İnanmak bir ihtiyaçla birlikte ortaya çıkar.
Durduk yerde, kendiliğinden bir süreçle meydana gelmez.
Temelsiz değildir.
Gerçeklikle bağlantısı vardır, ancak ne kadar gerçekçidir, belirsizdir…
“İnanç” deyince aklımıza ilk gelen; Din ve Tanrı’yla ilgili hususlar oluyor.
Oysa gerçekte durum böyle değil…
Sevgiye inanıyoruz.
Birinin bizi sevdiğine inanıyoruz.
Bizim başka birini sevdiğimize inanıyoruz.
Evliliğin mutluluk getireceğine inanıyoruz.
Bir çocuğumuz olduğunda mutlu olacağımıza inanıyoruz.
Yarın her şeyin güzel olacağına inanıyoruz.
Bir evimiz, arabamız olduğunda mutlu olacağımıza inanıyoruz.
Zengin olduğumuzda mutlu olacağımıza inanıyoruz.
Aşık olduğumuzda, o kişiyle birlikte olursak mutlu olacağımıza inanıyoruz.
Adil bir dünyada herkesin mutlu olacağına inanıyoruz.
Düşüncelerini desteklediğimiz siyasi görüşümüzün, dünyaya hakim olduğunda dünyanın adil bir yer olacağına inanıyoruz.
Düşüncelerimizin doğru olduğuna, gerçek olduğuna inanıyoruz.
Birilerinin söylediklerine inanıyor, kimilerinin söylediklerine inanmıyoruz.
Açıklamalar zihnimizde çelişki yarattığında, belirsizliğin gerilimini kaldıramayıp “Sana inanmıyorum” diyerek inanmıyoruz.
Açıklama durumu açıklamadığı halde, belirsizlikten/boşluktan kurtulmak için söylenenlere inanıyoruz.
Ve daha pek çok şeye, inanıyoruz…
Bu inançlarımızı “normal” bulurken;
Kişinin kendinin Tanrı olduğuna inanmasını,
Diğer insanlardan üstün, dahi olduğuna inanmasını,
Peygamber olduğuna inanmasını,
Herkesin onu takip ettiğini ve ona zarar vereceğine inanmasını,
Açıkça bir kanıtı olmadığı ve ispat edemediği halde eşinin kendisini aldattığına inanmasını;
HEYEZEYAN olarak değerlendiriyoruz…
Peki, nedir “hezeyan”?
Hezeyan;
Saçmalamak, gerçekle ilgili olmayan algılamalarda, iddialarda bulunmaktır.
Hezeyana sahip olmadığını düşünenler hezeyanı bir “inanç” durumu olarak algılamazlar, böyle tanımlamazlar.
Bunu kişinin böyle düşünce sistemi, ya da saçmalaması olarak değerlendirirler.
Buradan bakınca
Hezeyan; başkalarının başka birinin inancı hakkındaki “yorumu”dur.
İnanç sahibi biri olarak bu tanımı yapanlara göre, kendi inançları bir inançtır, ancak onun ki değil, bir hastalıktır, anormal bir durumdur…
Yakından bakarsanız, bunun bir tanım değil “yargı” olduğunu görürsünüz.
Eşinin kendisini aldattığına inanan ve bunu kanıtlamak için çabalayan birinin durumunu, hezeyanın oluşum sürecini aktarmak için örnek olarak verelim:
Başlangıçta kişi eşinin kendisini aldatmasından korkuyordur.
Bilinçaltında böyle bir korku barındırıyordur.
İlişkide yaşanan sorunların kişiye kendini kötü hissettirmesi sonucu, aldatılmakla ilgili korku kişinin eşinin kendisini aldatıyor olabileceğiyle ilgili kuşkuları geliştirmesine neden olur.
Korku karşıya projekte edilir.
İçsel bir sorun olan korku, ilişkide yaşanan incitici sorunlar nedeniyle dışa yönelir, içsel sorun dışsal soruna, kuşkuya dönüşür.
Kişinin kendi sorunu, karşı tarafın sorunu olur.
Kuşku durumu bir süre devam eder ve kişiyi giderek artan bir “gerginliğe” sürükler.
Kişi ne “aldatılmadığından” ne de “aldatıldığından” emin olamadığında, “gerilim” daha da tırmanır.
Dayanılmaz hale gelen yoğun kaygı kişiyi bunaltır.
Bu bunaltı durumunda, kişi ilişkiden çıkamayacak kadar ilişkiye bağımlıysa;
Kişi ya nevroza girer,
Ya psikolojik bir yıkım oluşur,
Ya kişi ilişkiden soğur, uzaklaşır,
Ya kişi ilişkiye olan bağımlılığını itiraf eder, kendini ilişkiye bırakır, bağlığını yaşar,
Ya da bu gerilim kişiyi “hezeyana” götürür…
“Kuşku kristalleşir” (Psikiyatr Gökhan Kortan) ve kuşkulu düşünceler “inanca” dönüşür.
“Eşim beni aldatıyor mu?” sorusu ve kuşkusu yoktur artık.
Bunun yerine,
“Eşim beni aldatıyor” yargısı, inancı vardır.
Kişi artık bir inanç sahibidir.
Eşi onu aldatıyordur.
Bundan sonraki süreç bu inancı doğrulatmaya, kanıtlamaya çalışmakla geçecektir.
İçteki çatışma dışsallaşmıştır.
Aldatıyor mu aldatmıyor mu gerilimi/içsel çatışması; “aldatıyorsun” suçlamasına, “hayır aldatmıyorum” savunmasına yani dışsal bir çatışmaya dönüşmüştür.
İçsel çatışmaya çatışmanın yarattığı gerilime dayanılamadığı için, projekte edilip, dışsal bir çatışmaya dönüştürülmüştür.
İşte “Hezeyan” budur.
Kişinin öyle olduğundan emin olmadığı bir durumun yarattığı yoğun gerilim halinin öyleymiş gibi inanarak giderilmeye çalışması, kaygıdan, gerilimden kurtulmaya çalışılmasıdır.
Bizi inanmaya götüren ihtiyaç,
Belirsizliğin yarattığı gerilimden, kaygıdan kurtulma isteğimizdir…
Kaygının yarattığı acıdır.
Ayrılık acısının yarattığı korku bağlanmaktan korkmamıza, bağlanmaya karşı direnç geliştirmemize neden olur.
Bu durum çoğu zaman karşımızdakinin sevgisine güvensizlik beslememize neden olur.
Ne kendi sevgimize, ne onun sevgisine güvensizlik değildir gerçekte bu…
İlişkinin tabiatına,
Bir gün ayrılacağımız gerçeğine,
İlişkilerin dinamik, geçişken, değişken olduğu gerçeğine “itiraz”dır.
Bunu kabullenmek istemeyişimizdir.
Bunu kabullenememek, karşımızdakinin bize olan duygularına güvensizlik geliştirmemize neden olur.
Bu güvensizlik, sevildiğimizden emin olma (gerçekte terk edilmeyeceğimizden, aldatılmayacağımızdan emin olma ihtiyacıdır) ihtiyacını doğurur içimizde.
Daha fazla sevmesini, daha fazla bağlanmasını isteriz.
Bizden vazgeçemeyecek kadar bağlı olmasını (bağımlı olmasını) isteriz.
İşte “sevgiye inanma” ihtiyacı burada kendini gösterir.
Birinin bizi sevdiğine inanmak, onun sevgisine inanmak;
Karşımızdakinin bizden vazgeçmeyeceğine dair bir “eminlik” arayışıdır.
“Oysa sevmek ana ait bir duygudur” meşhur replikte söylendiği gibi…
Tabi, sevgi diye bir duygu varsa eğer…
Varoluşun yarattığı belirsizlik, kişileri belirsizliğin yarattığı acıdan kaçınmaya itiyor.
İnanç, bu noktada işlevsel oluyor…
Varoluşun yarattığı kaygıya, acıya en rahatlatıcı, en kaygı giderici cevapları veriyor bir yaratıcının olduğu düşüncesi ve Din.
Gördüğüm bu benim…
Varoluşun belirsizlikleri ve bu belirsizliklerin yarattığı kaygı, acı durumu başka bir yazının konusu olsun.
Ben kendimde ve kendi dışımdaki pek çok insanın hayatında inanmanın böylesi bir arka planını gördüğüm için, inanmaktan vazgeçtim ve inanmayı bıraktım.
Bir yaratıcının varlığı değil inkar ettiğim, inanmanın kendisi…
Varoluşun kaygısını yaşamak ya da bu kaygıdan bir yaratıcı varlığı inancına kaçınmak…
Hangisi daha değerli?
Hangisi insana huzur getirir?
Hangisi insana mutluluk verir?
Hangisi insana ne getirir, nereye götürür?
Sevgiye inanmak değil, onu yaşamak istiyorum…
Varoluşumdan kaçınmak değil, onu yaşamak istiyorum…
Sevgiyi yaşamanın bedeli; yalnızlık,
Varoluşumu yaşamanın bedeli; belirsizliğin yarattığı kaygı.
“Kabullenmeye” çalışıyorum…