HUZURSUZ
HUZURSUZ
(Saçma’nın Günlüğü)
“Uslu olduğu için bana tercih ettiğin şu insan, iki yüzlü ve haindir! Bunun suçunu taşıyacak üstünde ve sen, ihanetini her gördüğünde yine yapacağını bildiğin halde bağışlayacaksın onu. Kibrinin sarhoşluğu yüzünden aldanmaya pek hevesli olsan da isyanımı suçum saymayacağım. Kibrine teslim olmayacağım. Beni bağışlayamayacaksın!” dedi, başkaldırdığı gün Şeytan.
“Yıkıl karşımdan!” dedi Tanrı, dönüp giden Şeytan’ın ardından tebessüm ederek…
1.Bölüm
Her şeyin sonunda…
Ne zaman varlığımı hissetseler, benden kurtulmanın bir yolunu ararlar. Ne zaman konuşmaya başlasam, susturmanın bir yolunu bulurlar. Konuşmam neden onları bu kadar rahatsız ediyor? Anlamıyorum…
Pek çoğu kendini oyalayacak bir şey bulup, kaçıyor benden. Pek azı bunu bırakıp, varlığımı kabul ediyor. Benimle konuşmayı kabul ediyor. Kendimi yırtarcasına canhıraş bağrışımı duyuyor.
Birinin göğsünde sıkıntı, başka birinin dizlerinde zayıflık, bir başkasının kaçınamadığı korku oluyorum yüreğinde.. Beni aynı yerlerinden aynı şekilde hissetseler de her biri kendi hissettiğinin farklı olduğunu düşünüyor. Onları birbirine bağlayan da ayıran da benim. Ben onların birbirleri için acı çekmesini sağlıyorum…
Zihninden geçenleri söylerken yukarı, duygularını anlatırken aşağı bakar insan. Benzetme, çaresizliğin dilidir. Bir kez benzeterek anlatmak zorunda kaldın mı, hissettiğinin neye benzediği kadar neye benzemediğini de anlatmak zorunda kalırsın. Karıştırılır çünkü. İnsanın değiştiremediği kaderidir bu.
Herkes gibi o da kendini anlatmak istediğinde hissetti bu çaresizliği. Kendinden her bahsedişinde yaşadığı tedirginliğin, eliyle yüzünü buruşturmasının, sağa sola bakınmasının, gözlerini gözlerden kaçırmasının, göğsündeki sıkışmanın, dizlerindeki zayıflığın nedeni buydu. Ne söylerse söylesin nasıl anlatırsa anlatsın anlatabilmiş olmayacaktı. Anlatmış hissetmeyecekti kendini. İşte ben tam oradaydım.
Sıklıkla pek çok insanın bir ömür boyu yaşadığından daha fazla şey yaşadığını düşünürdü. Karşılanmamış beklentilerin hayal kırıklığını yaşıyor değildi. Talihsiz bir hayat yaşadığını da düşünmüyordu. Talihsizliğine acıyan biri gibi yorgun da değildi. Yorgunluğunu kurcaladığında unuttuğu öfkesini de göremezdin. Artık yaşanacak yeni bir şeyin kalmadığını düşünen biri de değildi. Bu duygular ona yabancı değildi lakin, hissettiği bu değildi. Çünkü, içinde ne acı ne de yorgunluk vardı…
2.Bölüm
Gözlerinin aşağısı…
Kalabalık değil içi.. Yumurta, reçel, peynir, domates ve çikolatadan hazırladığı Su’nun kahvaltısı bile içinden daha kalabalık.
Su, ekmeği yumurtanın sarısına bandırıp, ona baktı. Yüzünde kocaman bir tebessüm!.. Yalnızlığının eseri sakin ve soğuk içini ısıttı bu gülümseme. Bir tebessüm insanın içini nasıl bu kadar aydınlık yapar? Biraz önce bir kurbağa ölüsünü gösterirken titreyen sesi, büzüşen dudakları ve gözlerindeki yaş nasıl içini titretmişse, yüzündeki tebessüm de böyle ısıttı. Bazen sorar kendine, Su’yu her hatırladığında yüzünde beliren bu tebessüm hangi hissin ifadesi?
Su. Düşlediği gibi.. Sarı, kıvırcık saçları. Masmavi gözleri, beyaz teni, ince bedeni. Ona benziyor. Yıllarca ölümünden kendini sorumlu tuttuğu, abisi Can’a benziyor… Su’nun ölü kurbağayı gösterirken titreyen sesini duyduğunda hissettiği sızıyla Can’ın pencere parmaklıklarına sıkışmış kediyi gösterirken gözlerinden akan gözyaşını hatırladığında hissettiği sızı, aynı. Geçen 25 yılın ardından on metreyi aşmış Selvi ağacının altındaki Can’ın mezarına her gidişinde hissettiği sızıyla, Su’nun onda kaldığı birkaç günün ardından beş yıl boşandığı annesine her gittiğinde hissettiği sızı aynı. Su ve Can. İki kardeş. Acıttıkları yer, aynı. Sızlayan yeri aynı. İçi. Gözlerinin aşağısı…
3.Bölüm
Homurdanma…
Benden bu kadar uzak olduğu, benden kurtulmayı bu kadar çok istediği, benden bu kadar nefret ettiği başka bir günü hatırlamıyorum. Bugün her şeyi bırakıp, yok olup gitmek istediği bir gün! Boktan olması yetmiyormuş gibi bir de yanındakinin meymenetsiz suratını çekmek zorunda!
Öfkeyle homurdandı. Yanındaki duymadı ama ben duydum homurdanışını.
“Siktir git hayatımdan! Ne bok yiyorsan ye! Senden kurtulmanın bir yolu yok mu!” dedi içinden. Öfkesini bastırdı, yutkundu. Yuttuğu öfke yüzünü kızarttı.
Homurdanmaya devam etti,
“Yetmez! Daha fazlasını yapmalı! Yoksa rahat etmez içi. Kafamı daha çok sikmeli! Beynimi iğdiş etmeli. Kafamın içinde uğuldayan sesiyle zihnimi düzdüğü yetmiyormuş gibi kulaklarımı da becermeli! Hayatımın her yerini talan etmeli, tıpkı kendi hayatına yaptığı gibi! Her şeyi bok etmeli! Şimdiye kadar yaptığı gibi yapmalı, şaşırtmamalı!”. Yine sadece ben duydum sayıklamasını.
Kulaklarını tırmalayan eşinin sesi kesti homurdanmasını.
“Kim bu kadın diyorum, anlamıyor musun beni! Beni çıldırtmak mı istiyorsun? Duymuyor musun? Cevap versene!”
“Bunları daha ne kadar duyacağım” diye düşündü içinden. Ne zaman öfkesini kusmak yerine siktir olup gidecekti hayatından. Yok. O böyle yapmazdı. Ne memnun olurdu halinden ne de defolup giderdi! Bir kez evlendi ya ömrünün sonuna kadar tapulamıştı üstüne.
Yüzüne baktı. İçinden geçen tüm sözleri yuttu. Unutmadı, yuttu! Neden yuttuğunu düşünmeden yuttu. Ne olduğunu bilmediği bir korkuyu solur gibi yuttu içindekileri.
Yüzüne baktı. İçi sıkıldı. Hiçbir şeyden memnun olmayan yüz ifadesi. Yıllardır hiç değiştirmediği o ifade. Hiç mi değişmez insan! Hiç mi sıkılmaz bu yüzden. “Bir tokat patlatsam” diye geçirdi içinden. “Bu yüzün en çok hak ettiği şey bu olmalı” diye düşündü.
Eve varmalarına az bir mesafe var. On saattir içinden söylene söylene yaptığı bu lanet yolculuk, birazdan bitecek. Bir gün kalıp dönecek. Evde bir gün. Nasıl olsa geçer. Hepsi bu. Sonra dönüp, iki ay yalnızlığın keyfini çıkaracak.. Evlilik denilen bu saçmalıktan iki aylığına da olsa kurtulmuş olacak. İstediği kadınla yatabilecek. Özgürlük dediğin, istediğin kadınla yatabilmek değil mi zaten!
“Tanımıyorum diyorum, anlamıyor mu sun! Mesaj attıysa benim suçum ne! Bıktım senin bu paranoyaklıklarından!” dedi.
“Bıktım senden de sevgililerinden de! Allah belanı versin senin!” dedi, eşi.
Bu konuşmaları bıkmadan usanmadan nasıl tekrar ediyorlar, anlamıyorum. Aynı konular için aynı cümleleri defalarca kurmaktan bıkmıyorlar! Tuhaf. Gerçekten tuhaf! Her defasında aynı sorunu sanki ilk kez tartışıyormuş gibi davranmaları, tuhaf!
‘Görünen o ki böyle geberip gidecek. Yediği boktan vazgeçmemek için bin bir bahanenin ardına sığınıp, içini susturup, şimdiye kadar yaptığını yapacak. Kendini tekrar edecek.’ Ben bunları düşünürken, o öldüklerini düşündü. Öldüklerinde kendini nasıl hissedeceğini düşündü. Düşüncesinden ben ürktüm. Bir insan nasıl olur da eşinin, oğlunun ölümünü isterdi. “Bunu aklımdan geçirdim, istemedim” dese de yıllar sonra bana, yalan söylediğini o da biliyor ben de. Aklından geçirmedi, istedi!
Can arka koltukta uyuyor. “O olmasaydı bu gerzek kadının kahrını bir saat çekmezdim. Can’ın hatırına bu laneti kambur gibi taşıyorum sırtımda” diye geçirdi içinden. Ölümlerini istemenin suçluluğunu bu yalanla yıkadı. Akladı kendini kendine kendince…