Haftanın Yazısı
Ecren’e…
Dedi ki
“Seviyor mu?
Sevmiyor mu?”
Dedim ki
“Ne yapacaksın?
Neden soruyorsun bu soruyu?
Sevdiğini düşünürsen, tuttuğun kendini mi bırakacaksın?
İstemediklerini isteyecek, beklemediklerini mi bekleyeceksin?
Ne değişecek, bu soruların cevaplarını öğrenince?
Sevmediğini düşünürsen, ne olacak?
Vaz mı geçeceksin, gitmek için gerekçen mi olacak?”
Dedi ki
“Seviyor muyum?
Sevmiyor muyum?”
Dedim ki
“Ne olacak?
Neden soruyorsun, bu soruyu?
Seviyorsan, sürdürecek misin?
Sevmiyorsan, bitirecek misin?
Sende ya da onda olup olmadığını sorduğun, ‘sevgi’ dediğin şey’in ne olduğunu biliyor musun?”
Dedi ki
“Sevgi nedir?
Nasıl bir duygudur?”
Dedim ki
“Öyle bir duygu yok.
O bir his değil, hal.”
Dedim ki
“Bir ilişkiye bağlanmana ya da ondan ayrılmana neden olacak kadar hayati olan bu duygunun nasıl bir şey olduğunu bilmeyip, bana sormanın, bilmediğin bir hissin varolup olmadığı üzerinden ilişkini sorguluyor olmanın anlamını biliyor musun?
Bunun ne demek olduğunu biliyor musun?”
Dedim ki
“Bilmediğin bir şey, ilişkin hakkında nasıl belirleyici oluyor?”
Dedim ki
“Bu sorularla sorduğun ve anlamak istediğin ‘başka bir şey’ var,
Sen ‘başka’ bir şey soruyorsun?
Farkında mısın?
Soru bir kez yanlış soruldu mu, doğru cevap nasıl alınır?
Kaybedilen, kaybedildiği yerde değil de başka yerde aranıyorsa, nasıl bulunur?”
Dedi ki
“Peki asıl soruyu neden bilmiyorum?
Neden o soruyu değil de, bunları soruyorum?”
Dedim ki
“Asıl soruyu sormaktan korkuyorsun?”
Yüzüme baktı, korktu, kaçırdı gözlerini, telaşla!..
Dedi ki
“Gitme gidemiyorum,
Kalma kalamıyorum.
Nasıl bileceğim, ne yapacağımı?
Bu yüzden soruyorum, seviyor muyum?
Bu yüzden soruyorum, beni seviyor mu?
Dedim ki
“Sorun sevgi değil hiçbir zaman.
İnsan sever.
Herkesi, herşeyi sever.
Asıl soruyu sor:
Gerçekte neyi soruyorsun kendine?
Ve bana?
Ve ona?
Derdin ne, sıkıntın ne, onu söyle?
Nedir, sana bu soruyu sordurtan?
Seni kararsız kılan?
Kafanı karıştıran?
Seni hıçkırarak ağlatan?
Seni mutsuz eden ne, onu söyle?
Söyle de, ‘onu’ konuşalım…”
Baktı, boş bakan gözlerle.
Her cümlemi duydu, ama anlamadı.
Gözlerinde “korku” vardı.
Korku, kaybettiği kendiydi.
Kendi, kaybettiği korkunun ardındaydı.
Korku o kadar yoğundu ki,
HER YER “SİS” İÇİNDEYDİ.