ERKEK KADINI NEDEN ÖLDÜRÜR?
“Bir ay sonra artık söyleyemeyeceğim için şimdi son son söyleyeyim 48 yaşında olduğumu.
48 yaşındayım!
Bu yaşıma kadar kadına iki kez el kaldırdım.
‘Karşımdaki bana tokat attıktan sonra el kaldırdığımı’ söyleyip,
hissettiğim suçluluğu üstüme almak istemesem de
sosyal araştırmalar gösteriyor ki erkeğin şiddeti korku yaratıyor,
bu nedenle yıkıcı bir etkisi var.”
***
Yeliz istedi bu konuyu işlememi.
“Erkeğin kadına bu kadar ihtiyaç duyarken, onu neden öldürdüğünü” sordu.
Kuşkusuz bu tam olarak bir soru değil, soruda hem bir yargı hem de genelleme var.
Bazı erkekler diyerek kullanılmamış olan bu cümle,
erkeğin “derinde bir yerde kadına öfke duyduğunu ve aynı zamanda yok etmekle ilgili bir arzu duyduğunu” ima ediyor.
Oysa “ona bu kadar çok ihtiyaç hissederken nasıl böyle bir davranış sergiliyor” sorunsalı erkeğin hayatında ilk kez kadınla karşılaştığı bir paradoks değildir.
Hem psikanaliz hem mitoloji tarihi bu paradoksu merkezine alır.
Erkeğin yok etme sorunsalının ortaya çıktığı yer,
kadın değil erkektir,
Kendi cinsidir,
babasıdır.
Meşhur “Oedipus kompleksi” bu mitoloji yorumunun üzerine kuruludur.
Kral olan babasını öldürüp, bilmeden annesiyle cinsellik yaşayan Kral Oedipus’un hikayesi..
Metehan’ın babasını öldürüp tahta geçmesi, baba-oğul ilişkilerindeki karmaşayı anlatmak için hep örnek gösterilmiştir.
Osmanlı padişahlarının çocuklarını, çocuklarının kardeşlerini, anne-babalarını öldürmeleri herkesçe malum..
Bu konuda hemen her coğrafyada, kültürde yığınla örnek bulabilirsiniz.
Bugün bile erkekler için “bir oğula sahip olmanın ne denli kıymetli” bir şey olduğunu söylemeye gerek var mı?
“Sünnet cemiyeti” denilen ayinlerin bugün de devam ediyor olması, bunun göstergesi değil mi?
Siz hiç doğduğu için adına kurban kesilen bir kız çocuk duydunuz mu?
Baba ve oğul arasındaki bu varis-yerine geçme ve aynı zamanda iktidarı kaybetmeme paradoksu,
erkeğin en az kadınla yaşadığı kadar karmaşık bir ilişkidir.
Freud’un psikanalizin tarihini dayandırdığı “totem ve tabu” adlı kitabı tam da bu konu üzerine bina edilmiştir.
Freud uygarlığın,
İnsan uygarlığının ortaya çıktığı ilk kabile dönemlerinde tüm dişileri kendine saklayan ve erkek çocuklarına zırnık koklatmayan zalim babaya karşı birleşen ve onu öldüren çocukların, babalarına karşı hissettiği suçluluğun üzerine bina olduğunu söyler.
Her oğul babasını öldürmek ister!
***
Dikkat çekmek istediğim yer,
baba ve oğul arasındaki karmaşık ilişkinin temelindeki “şiddet” gerçeğiyle ilgili.
Erkeğin şiddet sorunu kadınla ilgili değil.
Bir sorun varsa o da erkeğin şiddetle sorunudur!
Odamda pek çok kez erkeklerin “şiddet arzusuna” şahit olmuşumdur.
Bence,
Öldürmek, öldürebilmek erkek kimliği açısından erkek hissetmekle ilintili bir duygudur.
Şu soru can yakıcıdır;
“Bir canlıyı öldürmemiş, bunun suçluluğunu yaşamamış bir erkek, erkek olarak kabul edilir mi diğer erkeler tarafından?”
Kavga edememek, kendi cinsine şiddet uygulayamamak büyük bir utanç kaynağı değil midir erkekler için?
“Hepsi için böyle değildir, istisnalar vardır” desem mi?
Hayır, demeyeceğim!
İşte burada “şiddet” ve “erkek” arasındaki ilişkiyi tartışmaya açmak gerek.
Erkeğin şiddete meyli nereden geliyor?
Genetik bir eğilim mi bu?
Jung’un iddia ettiği gibi “kollektif bilinçaltımızda” arketiplerle taşıdığımız bir imaj mı?
Yoksa Schopenhauer’un kaderimiz olduğunu belirttiği ölümü celladına aşık kurban gibi arzulamamızdan mı?
Yoksa, erkek anatomisi şiddete meyilli olmaya mı zorunlu kılıyor bizi?
Yoksa sadece öğrenmeyle ilgili bir davranış, kültürel sorundan mı bahsediyoruz?
Karmaşık olmayan bir yanı var meselenin;
Antropoloji “doğru” söylüyorsa şiddet “avcılık ve toplayıcılık” döneminden bu yana erkeğin yakasını bırakmamıştır.
Vahşi hayatta varolmak-yaşayabilmek için insanoğlunun bulduğu çözüm olan “avcı ve toplayıcı” olarak sınıflanmanın doğal uzantısıdır, erkeğin şiddetle bağ kurması.
Avcı olması kimin kararıdır tartışmasını kenarda tutalım.
Avcı olabilmek için,
öldürebilmeniz gerekir!
Öfkesini şiddete dönüştüremeyen biri nasıl öldürebilir?
Öldürme sonrasında ortaya çıkan suçluluk, suçluluğun yarattığı gerilimden yine şiddete sığınma paradoksu ortaya çıkmazsa,
Bu sarmal içine hapsolunmazsa,
Avcı nasıl olunabilir?
“İnsanlık için erkek şiddete kurban edilmiştir” denemez kuşkusuz.
Mağduriyetinden beslenene mağdur denmez.
lakin!…
Ayrıca, bu düşünceden hareketle;
Bugün eline silah alıp, spor yaptığı düşüncesiyle dağda bayırda canlı hayvan öldürmeye çıkan erkeklerin gerçek erkek oldukları,
şehirdekilerin de müsvedde olduğu söylenemez.
Bugün,
avcı halen avcı kimliğini sürdürüyorsa ondan halen avcı olması bekleniyorsa da;
avlanma yeri, avlanma nesnesi ve avlanma biçimi değişmiştir erkeğin.
Bu nedenle,
dağa çıkıp elinde tüfekle canlı öldürme peşine düşmüş erkekler gerçek erkek değil,
olsa olsa gerçek av sahasında kendini yetersiz hisseden müsveddelerdir.
***
Buradan hareketle geçmişten bugüne “erkek olmak-avcı olmak-şiddet kullanmak “ üçlüsünde değişen bir şey var mıdır?
Zannımca yoktur!
Hem erkek hem kadın, erkekten aynı şeyi beklemeye devam etmektedir.
Paradoks gibi duran şu çelişki önümüzde duruyor:
“Avcılık-toplayıcılık” dönemindeki gibi güçlü olması beklenilen, koruyucu olması, kadını güvende hissettirmesi beklenen erkeğin,
hem böyle olabilmesini ama aynı zamanda böyle olabilmesini sağlayan öfkesinin ifade biçimi şiddeti kullanmamasını beklemek,
rasyonel midir?
“Herkese yapabilsin ama bana yapmasın mı!”
Çocuklarının dışarıda herkese karşı hakkını savunmasını ama evde kendilerine itaat etmesini bekleyen anne-babaların durumu kadar paradoksal değil mi bu beklenti?
Ve daha sıkıntılı soru şu:
Şiddet kullanamayan bir erkek, kadın tarafından arzulanabilir mi?
***
Erkek ve şiddet bahsinin çok boyutu var.
Meseleyi insanın sadomazoşizm’ine kadar indirgeyebiliriz,
konuşmaya devam etmek istersek.
Sorunu “kadını öldüren erkek haberlerine” tepki göstererek, yargılayarak çözmek de mümkün değil.
Erkek şiddeti haberleri sosyal medyaya düştüğünde öyle bir vaveyla kopuyor ki zannedersisn hadise başka bir gezegende yaşanmış.
Oysa bu mesele bizzat bizim hayatımızda, evimizin içinde.
Meseleyi değişen hayat koşullarıyla, cinslerin ilişkilerden beklentilerinin farklılaşmasıyla, İstanbul sözleşmesiyle açıklamak bir yere kadar tatmin eder…
Lakin mesele bu kadar sığ değil…
Bir sonraki yazıda Sibel’in açtığı konuyu,
“iki kadını aynı sevmenin” mümkün olduğunu söyleyen, Sanatçı Volkan Arslan’ın tezini tartışacağım…
Görüşmek üzere…