“BENİ SENDEN KURTARIR MISIN?”
Aldatılma,
her ne kadar gelişi bilinçlatı süreçle belliyse de kişiyi yüzleşmek zorunda bıraktığı gerçekler açısından, “travmatiktir” bir durumdur.
Aldatılmaya karşı her birey “farklı” tepki gösterir.
Kimi, bu olay karşısında “ayrılmayı” tercih eder.
Kimi, ilişkiye dönmek için karşısındakinin kendini affettirip güven sağlayacağı bir “pişmanlık” bekler.
Kimi, “sorunu dışarıdaki kişide” görür, yaşanan olay birlikte olduğu kişiyle ilgili bir kriz değilmiş gibi yoluna devam eder.
Kimi, bu olayı hiç “duymamış/görmemiş/öğrenmemiş” gibi davranır.
Kimi, bunu ilişkideki “haklılığının ispatı” olarak kullanır ve çevresindeki herkese eşini/sevgilisini suçlayarak anlatır.
Kimi de aldatanı “affetme çabasına” girer, onu hem kendi içinde meşrulaştırmaya çalışır hem de ondan ve hatta çevresinden bu yönde bir beklenti içine girer.
Listeye devam edilebilir, burada keseyim.
***
Aldatma eylemine karşı gösterilen “tepki farklılıkları”,
çocukluk döneminde “öğrenilmiş davranışların tekrarıdır”.
Kişi “aldatma” karşısında,
temelde anneyle ve uzantısal olarak birincil aile ilişkilerindeki reflekslerin benzerlerini ortaya koyar.
Aldatılma eylemine karşı ilişkiyi kangren olmuş bir sürece götüren tepkilerden birisi;
“karşı tarafı aklama, onu affetme çabasıdır”.
Bu çaba karşı taraftan farkedildiği için kabetme endişesi azalır, bu durum, daha çok pişmanlık, daha çok af çabası bekleyen aldatılanın beklentisini kırar.
Aldatılanın bu beklentisi aldatanı bazen öfkelendirir bazen de umursamaz bir davranışa zorlar.. Bazen de “kaybetmediğini” düşündüğü için onun beklediği sözleri söyleyerek ama aslında “kendisi olmayarak” durumu geçiştirmeye çalışır.. Bu davranış belirsizlik ve güvensizlik yaratır, beklentisi olan aldatılanın kaygısını daha da derinleştirir.
***
Af çabası,
1973 yılında isviçrenin stockholm kentinde yaşanan rehinenin teröriste bağlanmasıyla tanım bulan “Stockholm Sendromu”nu (celladına aşık olan kurban) çağrıştırır;
hem içerik, hem de şekil açısından.
Celladından zarar görse de kurbanın kurtuluşu yine celladında araması,
bu bağlılığın “temel motivasyonudur”.
Aldatanın verdiği zarar, celladın kurbana verdiği zararla “eşleşir”.
Ve kişiler, bu tepki biçimini çocukluğun erken dönemlerinde öğrenir.
***
Anne tarafından fiziksel ya da duygusal şiddet gören çocukların kurtuluşu yine anneden bulmayı öğrenmesi/öğretilmesi,
Bu tepki biçiminin başlıca sebeplerindendir.
Annesi döverken
“Anne!!!” diye ağlayarak,
“kurtarıcı” olarak yine “anneyi” seçer, çocuk.
***
Anneyle ilişkisinde duygusal yoksunlukla ya da fiziksel şiddetle cezalandırılan çocuk çözümü anneye yalvarmakta bulmuşsa, muhtemeldir ki hayatının sonraki yıllarında da zarar gördüğü durumlarda kurtuluşu,
yine kendisini inciten kişilerde arayacaktır.
***
Çocuğun dünyasında bu davranış, anlaşılırdır, sorun çözer.
Ancak bir yetişkin bu davranışı sergilediğinde,
yani incindiği karşısındakinden kurtuluş beklentisi içine girdiğinde,
hem kendini hem de ilişkiyi bir “sorun batağına” sürükler.
İncindiğimiz zaman bizi incitenin yaramızı sarmasını beklemek anlaşılırdır. Sorun bu beklenti değildir.
Dikkat çektiğim yer, kişinin bu beklentiyi karşı tarafa “yansıtmasıdır/dayatmasıdır”.
Yansıtmaktan/dayatmaktan kastım;
İncinenin,
inciten tarafın ne zaman ve ne kadar suçlu hissedeceğini, pişmanlığı nasıl yaşacağını, özrü ne zaman ve ne şekilde dileyeceğini “belirlemeye” çalışmasıdır.
“Lütfen özür dile, pişman ol, suçlu hisset, af dile” arayışına girmesidir.
***
Bu bir sorundur,
çünkü karşı taraf kendini suçlu “bulmuyor” olabilir.
Pişmanlığı/suçluluğu “beklenildiği an” hissetmiyor olabilir.
Hissettiği başkaca duygular, pişmanlığı, suçluluğu “bloke” ediyor olabilir.
***
Çocuk korkuyla nasıl annesiyle ilişkisine sarılıyorsa,
yetişkin de ilişkisinde kriz yaşadığında aynı tepkiyi verir,
arada oluşan mesafeye tahammül edemez.
Nedenini bilmediği bir korkuya kapılıp, bir an önce mesafenin kapanmasını ister.
Karşı tarafın duygusal sürecine kendini “bırakamaz”.
Sabredemez.
Yoğun bir kaygıyla krizin kendi kaygılarını kapatacak şekilde “sonlanmasını” ister.
Eblette buna karşılık alamaz.
Çünkü, duygular “kişiseldir”.
Kimsenin isteğine göre şekillenmez.
Size göre çok suçlu hissetmesi gereken biri, kendini suçlu hissetmeyebilir, kendince nedenlerden ötürü.
Ya da duygu kişinin duygusal sürecine göre daha sonra ortaya çıkabilir ve hatta bazen ilişki “sonlanmadığı” sürece ortaya çıkmayabilir.
Bu nedenle korkan tarafın beklentisi “reel değildir”!
***
İnciten taraf incinenin istediği şeyleri ne kadar “gerçekleştirmeye” çalışırsa çalışsın, hedeflediği duygusal tatmine asla ulaşılamaz.
Çünkü incitenin sergilediği davranışlar, “gerçekten” hissedildiği için değil, incinenin “kaygısını gidermek” için sergilenmiştir.
İnciten bunu yapar,
çünkü o da onu kaybetmek “istemiyordur”.
Ancak bu davranışların hissedilerek “yapılmadığını” hisseden incinen, tatmin olmaz.. istediği şey yapılsa da içinde hep “kuşku” olur.
Böylece bir kısır döngü başlar, kaygının ilişkiyi oradan oraya savurduğu…
İlişkinin dominosu artık “kaygı” olmuştur.
Hem aldatılanın hem de aldatanın kaygısı üzerine oturmuş bu yeni iletişimin en çarpıcı dışa vurumu;
“gerçeği inkardır”.
Elisabeth Kübler-Ross (1926-2004) adlı psikiyatr’ın en meşhur çalışması olan 5 aşamalı yas sürecinin ilki,
“Yası İnkar”ı kast ediyorum..