BAĞLANMA SORUNU -2-
“Bağlanma” kelimesini psikolojik bir terim olarak “alan” içine dahil edeli uzun zaman olmadı.
Kavram, iki binli yılların başlarında ortaya çıkan “Şema Terapi” ile birlikte daha yoğun kullanılmaya başlandı.
Ancak kavramın psikolojik bir terim olarak kullanılması,
daha eskidir.
Kkişilik bozukluklarının anlaşılmasında ve tedavisinde kullanılıyordu.
Kişilik bozukluğu,
“biyolojik temelleri” yanı sıra
çocuğun anneye ve oradan da topluma bağlanmasındaki bir kusur/pataloji olarak da yorumlanıyordu.
Bağımlılar, narsistler, histerikler, obsesifler ve diğer kişilik bozuklukları bu teorilerle açıklanıyordu.
Böyleydi,
çünkü diğer psikiyatri tanılarında olduğu gibi “belirti”den yola çıkılarak bir tanı koyuluyordu.
Bağlanma kavramı ve sorun olarak gündeme gelmesi kişilik bozukluklarının irdelenmesiyle başladı, sözün özü bu.
Kişilik bozukluklarının rehabilitasyonunda varolan yöntemler yeterli olmayınca da Şema terapi ortaya çıktı, bu da bu kavramı daha da yoğunlaştırdı.
“Bağlanma” kavramı bugün artık patalojinin alanından çıkıp ilişki sorunlarının da merkezine girmiş bulunuyor.
Bu durum ilişki sorunlarını da terapinin meselesi haline getirmiş durumda.
Aile terapileri bu zemin üzerinden yükseldi.
***
Bağlanma sorununu eylem/fiil üzerinden tanımlayabiliyoruz, diğer psikolojik ya da psikiyatrik tanılamalarda olduğu gibi.
Yani belirti üzerinden tanılama yapıyoruz.
İnsanlar, kişiler arası ilişkilerinde bağ kurar, bağ kurma arayışı içindedir.
Bazıları bunu sağlar/başarır bazırları ise sağlayamaz/başaramaz ya da yeterli/taminkar düzeyde bir bağ geliştiremez;
Bunlara da bağlanma sorunu olan kişiler diyoruz ve durumun kendisini de “bağlanma sorunu” olarak tanımlıyoruz.
Genel kabul bu, benim kabulüm de bu tanımdır.
Lakin bu tanımlama ne dünya sağlık sorunları listesin ICD-10’da
ne de Amerikan psikiyatri birliğinin ruhsal bozukların tanısal ölçütlerini aktaran DSM de yer alır.
Bu anlamda “bağlanma sorunu” psikolojik ya da psikiyatrik tanı değildir.
Bunu açmamın nedeni, “bağlanma sorunu” altından irdelenen sorunların bir bozukluk ya da hastalık gibi ele alınmasıdır.
Bu gerçekçi bir yaklaşım değildir.
***
Bağlanma sorunu modern dünyanın yaratımıdır bir yanıyla.
Bu konuyu erteleyip, bağlanma sorununu tanımlamamıza neden olan göstergeleri ele alalım:
* Kişilerin karşı tarafla yakınlaştığını hissettiren davranışlara karşı tepkisellik geliştirmesi,
* Yakınlaşmanın toplumsal anlamı olduğunu gösteren eylemlere karşı tepkisellik geliştirilmesi,
* Karşı tarafla yakınlığın arttığı anlamına gelen davranış/durumlara karşı kaygı geliştirilmesi,
* Ilişkisiz yapamama, ilişki yokluğunda yüksek kaygı geliştirilmesi.
* Yaşanan ilişkilerden çıkamama, gündelik rutine dönememe, yeni bir ilişki başlamadan bir öncekinden çıkamama, tamamlanamayan yas süreci.
* Ilişkinin ayrılık ve birliktelik üzerinde sık ve sürekli tekrar eden bir sarkaç şeklinde yaşanması, ilişkinin ayrılık kaygısını dindirecek bir güven sürecini oluşturamaması, kişilerin ilişkiye kendilerini bırakamamaları, kendilerini açamamaları.
*Uzun süren ilişkiler yaşayamamak.
* İlişki devam ederken nedeni kişi tarafından da anlaşılamayan duygusal sığlaşma, motivasyon kaybı.
Tüm bu başlıklar geçmişin sorunu değil.
Elli yıl öncesinde bir orta anadolu şehrine gidip bunlardan bahsetsek gtuhaf karşılanırdı.
Ancak bugün bu belirtilerden bir ya da bir kaçını birlikte yaşıyor olmak, “ortalamanın” kendisi oldu.
***
Bir çift ilişkilerle ilgili sorunlarla ilgili bir uzmana gitmeyi düşündüğünde psikolog ya da psikiyatr arıyor.
Terapist bu etikete sahip değilse de burun kıvırıyor.
Oysa bu konu bizim alanımız gerçekten, emin “değilim”!
Biz “kişiler arası ilişkileri”,
kişinin nevrotik, psikotik ya da kişilik sorunu “varsa” masaya yatıırırız.
Hatta Sullivan’ın nevroz teorisi kişilerarası ilişkilerin yeterliliği üzerine oturur. (Ben de bunun üstünde çalışıyorum) Yani Nevroza, psikoza ve kişilik sorunlarına kişiler arası ilişkiler üzerinden, daha temelde bağlanma süreçleri üzerinden bakıyoruz.
Ve hemen hemen tüm psikoterapi ekollerinde terapide konu,
kişinin nevrotik şikayetleri dile getirildikten sonra “ilişkilere” gelir.. ister hasta açsın ister uzman açsın, “ilişkiler” psikoterapinin ana konusuolur.
İlişkilerimiz psikoterapilerin kaçınılmaz odak noktası, çalışma alanıdır ve sanıldığı gibi sadece psikanalizin merkezi de değildir.
Ancak bir kişiliğin oluşum şekillerine,
kişinin ilişkilere nasıl bağlandığına,
ilişkilerinin nerelerde bloke olduğuna,
bunun bireye yansıyan sonuçlarına bakmak başka bir şeydir
bir ilişkideki “iletişim sorununa” bakmak başka bir şey!..
Hepimizinkişilik yapısında bağlanmaya dair zorlanmalar ve bunların davranışlara dökülen kısımlarına dair sıkıntılar, bu sıkıntıların ilişkileri sabote eden yanları söz konusudur.
Ancak,
çift terapistinin kişilik yapılarındaki sorunlardan yola çıkarak
“senin şöyle bir bağlanma sorunun var” ya da “sen annenle şöyle travmatik bir olay örgüsü yaşamışsın, o yüzden böyle davranıyorsun” demesi,
o ilişkideki sorunu çözer mi?
Belki de çözer, kimbilir!?
Başa dönersek, ilişkilerdeki iletişim sorunları psikolog ya da psikiyatristlerin alanı mıdır, bu tartışılır bir konudur.
Açıkçası kimin alanıdır, onu da bilmiyorum!..
Sosyal hizmet uzmanlarının, sosyologların PDRcilerin, halkla ilişkiler uzmanlarının mı, bilmiyorum.
Kişisel olarak ben de
çift terapi için başvurmak istediğimde çalışan kişinin “bağlanma üzerine çalışan” biri olmasını istiyorum,
yani psikolog ya da psikiyatr olmasını önemsiyorum!
***
Önceki yazımda kişilik yapımızdaki bağlanma sorununun çift ilişkilerine nasıl uzandığını başlıklar halinde açmıştım.,
O yazıda soyut olarak açtığım başlıkların somut karşılıklarını açmamı isteyenler oldu…
Açayım:
· Yaşınız 35’i geçmiş ve evlenmemişseniz bağlanmaya dair üzerinde çalışmanız gereken bir sorununuz var demektir.. Söz konusu yaşa kadar söz, nişan yaşamamış olmanız, yaşınızın 35’den büyüklüğü meseleye daha çok dikkat kesilmeniz gerektiğini gösterir.
· Yaşınız 30 olmuş ama şimdiye kadar hiç flört etmemişseniz (gerekçesi ne olursa olsun) ya da 3 ayı geçmiş bir flört yaşamamışsanız
· İlişkinin adının konulması, elele tutuşma, evlilikten konuşma, söz, nişan, nikah gibi konular size irite ediyor ve bu konuları konuşmaktan kaçınıyorsanız, nedenini bilmediğiniz bir stres içindeyseniz
· Taraflardan biri evlilikle ilgili korkusundan diğeri onu kaybetme korkusundan dolayı evlilik konusu açıkça konuşulamıyorsa
· Bir ilişkiniz ya da evliliğiniz var ama her tartışmada boşanmayı düşünüyor ve hatta “bitsin bu ilişki, boşanalım” diyorsanız ya da karşı taraf diyorsa
· Bir ilişkiniz ya da evliliğiniz var, ancak sıklıkla aynı sorundan dolayı tartışıyor, aynı tepkileri veriyor, aynı cümleleri kuruyorsanız
· Bir ilişkiniz ya da evliliğiniz var, ancak çatışmayı her zaman taraflardan biri tolere ediyorsa yani gerilimi çözen hep aynı kişiyse
· Geniş ailede yaşıyorsanız ve bu durum sıklıkla tartışma konunuzsa
· Evin ekonomisi konusunda taraflardan birinin belirgin bir rahatsızlığı var ve bu sıklıkla tartışma konusu oluyorsa
· Herhangi bir engel olmadığı halde 3 yılın üzerinde bir süre geçtiği halde taraflardan birinin ya da her ikisinin isteğiyle çocuk sahibi olunmamış ve olunmak istenmiyorsa,
· Ayrılığın üzerinden 6 ay geçmesine ragmen, ayrılınan kişi süreklidüşünülüyorsa, ona olan öfke devam ediyorsa, sık sık resimlerine bakılıyor ya da hiç görmek istenmiyorsa, son iletişim tarihinden bir yıl geçmesine ragmen bir başkasıyla tanışma arzusu duyulmuyor, tanıştırılma tekliflerinden rahatsız olunuyorsa,
· Eşiniz ya da sevgilinizi ölümle kaybetmişseniz; aradan iki yıl geçtikten sonra yeni biriyle tanışma arzusu duymuyor, biriyle birlikte olma ya da evlilik fikri suçluluk hissi yaşamanıza neden oluyorsa, çocuğunuz var ve yeni bir ilişki nedeniyle kendinizi çocuğunuza karşı suçlu/sorumlu hissediyor ilişkiden kaçınıyorsanız,
Bağlanmaya dair üzerine eğilmeniz, çalışmanız, çözmeniz gereken bir sorununuz var demektir… Bunlar aklıma gelenler…
Ancak şunun altını çizeyim;
Bu, üstünde çalışmanızı tavsiye ettiğim, mesafe alırsanız yaşamınızı ve ilişkilerinizi derinleştirecek bir konudur,
hastalık değil!
“3 günlük dünyanın nesine bağlanıcam” diyorsanız, başım gözüm üstüneJ
Hayat, her zaman ve an’a dair bir seçim değil midir?
Bence,
“Bu benim tercihim” diyerek meseleyi kapatmadan
önce,
bir uzmanla görüşüp dışarıdan bir gözün yorumunu alın.
Elbette biz terapistler de taş yiyecek değiliz!
Baktığımız herkeste sorun görmek istersek, bir sorun buluruz.. ceza yazmak isteyen polisin mutlaka bir şey bulduğu gibi!…
Mesele uzmanın ne söylediği değil, söylediğinin size ne düşündürteceği ne hissettireceğiyle ilgili, yani algınızla ilgili..
Belki bambaşka bir yerden bakarsınız, kimbilir!