Ayrılık
AYRILIK
İnsan, ilişkinin ürünü olan bir varlık. Varlığımızı öteki’nin varlığına borçluyuz. İlişki olmadan yapamıyoruz.
Dünyada tek başınıza olduğunuzu varsayın.
Ne yaparsınız?
Ne hissedersiniz?
Tom Hanks’in başrolünü oynadığı “Yeni hayat” filminde, uçak kazasıyla adaya düşen bir iş adamının ruh hallerine tanık oluyorsunuz. Kazazede, adını Wilson koyduğu bir karakter yaratıyor, adaya düşen uçak enkazından çıkan bir voleybol topuna yaptığı yüz resminden…
“Ben Efsaneyim” filminde Will Smith, bir virüsün dünyayı yok etmesi sonucu dünyada tek başına kaldığını düşünen asker bir bilim insanını oynuyor. Bu filmde de insanın hiç kimsenin olmadığı bir dünyada nasıl var olmaya çalıştığını görüyorsunuz. Cansız mankenlerle konuşuyor oyuncu… Adını Fred koyduğu bir kişileştirmeye tanık oluyorsunuz…
Bu iki filmde de insanın başka biriyle konuşmaya dair duyduğu yoğun ihtiyaç öne çıkıyor. Benzeri filmler, tiyatro oyunları, romanlar hep aynı gerçeğe yani insanın bir ilişki olmaksızın var olamayacağı gerçeğine atıf yapıyor.
İnsan öteki olmadan yani bir “ilişki” kurmadan kendi varoluşuna bir anlam bulamıyor. Şu kesin ki; insan, ancak bir ilişkiyle insan oluyor. İnsan olarak hayatını sürdürmek için “başka biri” şart değilse de, insan olmak için “ilişki kurması” gerek insan yavrusunun…
Bu anlamda, insanın bedeni dışındaki her şeyi “ilişki”ye aittir.
İnsan bir ilişkinin ürünüdür, hatta ileri bir yorumla insan bir ilişkidir (kierkegaard). Ben diye tanımladığımız “şey”, temelde bir ilişkiden ibarettir.
İnsan bir ilişkinin ürünü olsa da hatta ilişkinin kendisi olsa da; “kendi olmak”, ötekinden ayrışmış bir “ben” olmak, ilişkideki “kişi” olmak için “ötekinden ayrılmak” zorundadır. İnsan her ne kadar bir ilişkinin ürünü hatta ilişkinin kendisiyse de, ilişki içinde onu var eden ilişkinin kendisi değil, ötekinden ayrılmış, ayrışmış olmasıdır. Kişinin, benin ortaya çıkması için, “ilişki” ve “ayrılığın” eş zamanlı olarak birlikte var olması gerekir: “Ben” ancak bu şekilde var olur.
Ötekinden ayrışmamış bir “ben” için “kişi”den bahsetmek mümkün değildir. Ayrışma ne kadar azsa, kişiliğin ve ilişkinin derinliği de o kadar sığdır.
İlişkiler insanı yaratmasının dışında, insanın insan olarak yaşamasında da belirleyici role sahiptir. Bize kendimizi değerli, güvende hissettirir. Bize kendimizi var hissettirir. Bu nedenle onun varlığına ihtiyaç duyuyoruz, ona yakınlaşıyoruz, ilişkiden haz alıyoruz. İlişki için durum böyleyken, var olmak için ilişki kurmak kadar ihtiyaç duyduğumuz “ayrılık” içimizi ürpertiyor. İlişkiye yaklaşırken, ayrılıktan kaçınıyoruz. Her ne kadar kendimizi ötekinden ayırıp bir ben’e sahip olmamızı sağlasa da, bunu o an için yani yaşarken içimizde hissedemediğimiz için (çünkü ayrılarak kendimizi var ettiğimizi, kendimizi yarattığımızı, kendimiz olduğumuzu ancak ayrılık acısı bittikten sonra fark ediyoruz, ki bu durum ilişkiye dair kişisel sorgulamaların yapıldığı, kişinin değişimiyle sonuçlanan ayrılık süreçlerinde kişinin fark ettiği bir durumdur, ayrılığın kendisinden ziyade kişinin ayrılıkla ne yaptığı önemli olur)
Ayrılık bize olumsuz bir durum olarak yansıyor. Acı verici, kaçınmamız gereken bir durum… İlişkinin bize kattıklarını bizden alan “kötü”lük durumu… Kendimizi güvende hissetmeyeceğimiz, değerli hissetmeyeceğimiz, yalnızlık ve yalnızlığın meydana getirdiği olumsuz duygu durumlarını yaşayacağımız bir durum… Bu algı korku yaratıyor, ayrılığı anlamamızı, onun en az ilişki kadar bizim için gerekli olduğunu, ayrılamayan birinin gerçek anlamda bir ben’e ve dolayısıyla gerçek anlamda bir ilişkiye sahip olamayacağını kavramamızı engelliyor.
Ayrılık insan için önemlidir. Zorunlu, tabii olmasının ötesinde, ilişkiyi olumlu bir durum olarak algılıyorsak eğer, ayrılığa da hakkını teslim etmemiz, ona da olumlu bir algı yüklememiz gerekir. Annemizden hiç ayrılmadığımızı, hep onun yanında kaldığımızı düşünün? Bir ben’e bir kişiliğe sahip olmanız mümkün olur muydu?
Ve hatırlayın, anneden uzaklaşmanın çocukları nasıl tedirgin ettiğini? Onları nasıl korkuttuğunu?
İlişkileri olumlulayan ancak ayrılıkları yeren bakış açımızın kültürel kökleri var. Bu algı ve yargılarla hareket etmek, mutsuz olduğumuz ilişkilere bir bataklık gibi saplanmamıza neden oluyor.
Ayrılık…
Temelde “ben” ve “öteki”nin ayrışmasıdır…
Fiziksel varlığımız doğumla birlikte anneden kendini ayırır ve kendi olma durumunu yaratır. Doğum anından itibaren artık “o”, “kendi”si olan bir varlıktır. Bunun ne kadar sancılı bir süreç olduğunu, anneler bilinçli, bebeklerse bilinçsiz bir süreçle bilir. Her ayrılık can yakar.
“Ayrılık” ve “acı” adeta var olmanın koşuludur.
Fiziksel varlığımız anneden ayrıldığında, yani bir bebek durumundayken kendini bilmez. Bebek kendi bedeninin sınırlarını hissedemez. El ve kol hareketleri bebek tarafından bilinçli sergilenen davranışlar değil, sadece fiziksel bedenin refleksleridir, gözün seyirmesi gibi… Bebeğin ağlaması da annesini emmesi ve dışkılaması da benzer süreçlerdir.
İç ve dış uyaranların bedende hissedilmesiyle başlayan beyindeki algı süreçleri, zaman içinde bebeğin bir beden ve çevre algısı geliştirmesini sağlar. Bu sürecin sonunda bebek, kendi bedenini ve onun dışındaki dış dünyayı tanımlar ve bir “kendi” olma durumu yaratır.
Ben oluşturma sürecimizin ilk ayrılık aşaması anneden doğarak meydana gelirken, ikinci safhası doğumun ardından çevreden ayrışma süreciyle oluşur. Fiziksel bir varlık/benlik oluştururuz.
İkinci doğum, dille birlikte kültürün içine dahil olan insanın “öteki tarafından yaratılmasıdır”.
“Beden” ve “öteki” arasındaki diyalektik ilişkiyle birlikte ortaya çıkan “ben”, diyalektik bir süreçle hayat boyunca kendini yaratmaya devam eder. Bu anlamda ben, aynı zaman kendi’nin ötekisidir. Ben, hem öteki tarafından yaratılandır hem de ötekidir.
Çocuk başlangıçta, annesinin ve ailesinin kendisine verdiği kadarıyla, onlar tarafından sınırları çizilen, bir anlamda ebeveynin kendi benliğini sembolize eden bir “ben”le var olur. Bu ben, kendinin farkındaysa da bir “kişi” olduğunun farkında “değildir”. Tam olarak bilinçli değildir ve tam olarak bilinçli olmamasının nedenie kendine ait bir beninin olmadığının farkında olmamasıdır. Onun “ben” diye tanımladığı şey, temelde ebeveynin benlik kopyasıdır.
Zaman ilerleyip, benin bilinçlilik durumu derinleştikçe, ötekinden ayrılan bir ben olma süreci ortaya çıkar. Gerçek anlamda ben’in ortaya çıkışı; ben’in aslında kendine ait bir ben’inin olmadığını, kendi ben’inin çevresindeki kişilerle kurduğu ilişkilere bağımlı olduğunu, çevresiyle ilişkisinden, onların düşüncelerinden, duygularından etkilenerek bir ben oluşturduğunu, “ben” dediğin şeyin aslında çevrenin beklentileri, yargıları olduğunu fark etmesiyle başlar.Bu farkındalık, gerçek anlamda bilinçli bir “ben” oluşumunun başlangıç noktasıdır.
Başlangıç, aslında kendine ait bir benin olmadığını fark etmektir. Bu farkındalıkla birlikte kişi, kendine ve çevresine daha eleştirel ve analitik bir gözle bakmaya başlar ve benin oluşum süreci ilerler.
Ben oluşumu, kişinin kendini toplumun yargılarından, beklentilerinden ayırmasıyla devam eder. Bu ayrışma ilerledikçe ben derinleşir, kişi ortaya çıkar.
Kişinin kendi beninin olmadığını fark etmesi, kendini toplumdan ayırmayla ilgili bir isteği de beraberinde getirir. Bunun bedeli ise kaygıdır, kaygı verici durumların ortaya çıkmasına karşı geliştirilen korku’dur. Ötekini kaybetme korkusu, temelde kendi varoluşunu devam ettirmeye dair bir kaygıdır.Varoluş kaygısı, ilişkiyle kurulan benin ötekiyle kurduğu ilişkiyle giderilmiş, varoluş kaygısı ötekine bağlanmıştır. Çünkü “ilk öteki” yani anne, çocuğun varoluş kaygılarını dindiren, ona kendini güvende hissettirmiştir. Yani ilişki ben’i yaratırken, aynı zamanda o benin varoluş kaygısını da gidermiştir.
Kaygının ilişkiyle giderilmesi, ilişkinin çocuk için temel bir ihtiyaca dönüşmesine neden olur. Bu ihtiyaç anneden aileye oradan tüm topluma transfer edilir. İlişkiyle var olan ben, böylece aynı zamanda bir “ilişki bağımlısı” olur. İlişkiler benin kendisini güvende hissetmesini sağlamıştır, ancak güvenlik ihtiyacının ilişkiye transfer edilmesi temelde güvenlik durumunun yaratımını sağlamamış, bu defada kişi ilişkinin kaygısını yaşamaya başlamıştır. Yani kişi kendini güvende hissetme durumunu sağladığı şey’le ilgili kaygı geliştirmeye başlamıştır. Kaygı transfer edilmiştir. Kişi varoluş kaygısını onu gideren yere transfer etmiştir.
İşte ben olmak, kişinin bu kaygıyla yüz yüze gelmesidir.
Bu anlamda ben olmak ve kendini toplumdan ayırmak, kaygı ve korkularla yüzleşmek zorunda kalmaktır. “Ayrışma” olmadan bir ben’e sahip olmak mümkün değildir.
Fiziksel varlığımızı çevreden ayırsak da, kişisel varlığımızı toplumdan ayırmakta çok zorlanıyoruz. Kişinin kendi kişiliğinin çevreyle ilişkisinde sınırlarını çizmesi ayrışmayla ilgili farkındalık geliştirmeden–tıpkı bebeğin kendi bedeninin sınırlarını çevreden, eşyalardan ayrıştırması, bunun farkına varması gibi- mümkün değildir.
“İlişkiye bağımlılık” durumu, beklentilerimizin yoğunluğuyla orantılıdır. Beklentilerimizin en yoğun olduğu kişiler; aile üyeleri (özellikle anne ve sonrasında baba) ve karşı cins ilişkileridir. İş ilişkileri, arkadaş ilişkileri de sırayla bu sürece eklenir. Bu ilişkilerdeki önem sıralaması, kişinin o ilişkiden beklentisinin yoğunluğuna göre değişir.
Karşı cins ilişkileri beklentiler ve beklentilerin karşılanması anlamında önemli bir yer tutar. Kişinin ilişkiye bağımlılık düzeyini en açık gördüğümüz yerlerden birisi burasıdır (hatta en güçlü aktarım alanıdır) ve kişinin kendini çevreden ayıracağı en önemli ilişkilerden biridir. Bu ilişkilerdeki ayrılık, anneden ayrılık gibidir. Bu nedenle bağlanılmış karşı cins ilişkileri yoğun acı verir. Ancak bu acı, çoğu zaman bilinçsiz bir süreçle yaşandığı ve genelde de tamamlanmadan savunma davranışları ertelendiği için, kişinin ötekinden ayrışması ve ben yaratma süreci yavaş seyreder.
İnsanın toplum içinde var olmak için ihtiyaç hissettiği kimlikler o kimliklere duyduğu ihtiyaç oranından yoğun beklentiler geliştirmesine neden olur. En yoğun bağlandığımız ilişki, ailedir. Onların varlığı kendimizi güvende hissettirir. Sonrasında cinsel kimlik olarak kabul edilmek, onanmakla ilgili karşı cins ilişkilerimiz geliyor… Ve yine sonrasında iş, meslek, toplumsal roller (kişinin hayatındaki önemi, bağlanım farklılıkları nedeniyle bu sıralama değişebilir) vs… Kişi o ilişkiye ne kadar ihtiyaç duyuyorsa o ilişkinin bitişine dair o kadar korku yaşıyor ve ayrılık sürecinde de o kadar çok acı çekiyor.
İlişkilere olan bağımlılığımızı azaltıp, kendimiz olma fırsatını ayrılık süreciyle yakalıyoruz. Acısı içselleştirilerek yaşanmış her ayrılık süreci, sadece o ilişkiyle ilgili değil, aile ilişkilerimizden başlayarak tüm çevre ilişkilerimizi sorgulamamıza ve kendimizi değiştirmemize, kendimizi yeniden yaratmamızı sağlar. Bu, gerçek bir değişimdir. İşte bu kitabın konusu, bu sorgulama ve değişim üzerinedir.
Ayrılık korkusuyla hareket etmeyi kenara bırakıp “acıyı kabullenen” bir kişilik için, kişinin kendini tanımasına ve değişimine katkı sunmayı amaçladık. Bunun için; kişinin ayrılık sürecinde neler yaşandığıyla ilgili farkındalıklarını geliştirmesini, ayrılıktan korkmak yerine, onu kendisini yaratacağı bir süreç olarak algılamasını sağlamaya çalıştık.
Kitap “on iki” ayrı bölümde ayrılık sürecini işlemiştir:
Birinci bölümde, “ayrılığın ilişki için anlamı” incelenmiştir. Ayrılığın dahil olmadığı bir ilişkinin neden mümkün olmadığı gösterilmeye çalışılmıştır.
İkinci bölümde, “ayrılık biçimleri” incelenmiştir. Ayrılığın biçiminin hem ayrılık acısı hem ayrılık süreci hem de ayrılık sonrasına olan etkileri tartışılmıştır.
Üçüncü bölümde “ayrılık acısının psikolojik yapısı” incelenmiştir. Kanıksanmış bir acı durumu olarak algılanan ve karşı taraf için hissedilmiş bir duygu olarak yorumlanan/algılanan ayrılık acısı, psikolojik açıdan derinlikli şekilde incelenmeye çalışılmıştır. Acının nasıl bir duygu olduğu üzerine odaklanılmıştır.
Dördüncü bölümde ise ayrılık sürecini başlatan “ayrılık kararı” üzerinde durulmuştur. Ayrılık bir karar durumu değil de ilişkinin bir süreciyken, kişilerin ilişkide yaşadıkları olumsuz duygu durumlarına tahammülsüzlükleri ve acıdan kaçınmalarının yarattığı karar durumunu ayrılık sonrası sürece etkileri incelenmeye çalışılmıştır.
Beşinci bölümde ise, ayrılık sürecinin kişi açısından sağlıklı şekilde yürütülmesi için ilişkiye dair “beklentilerin tüketilmesi”, “geçmiş hesabın kapatılması” hususu incelenmiş ve bu hesabın neler olduğu ve nasıl kapatılacağı hususunda önerilerde bulunulmuştur.
Altıncı bölümde “ayrılık sürecinin psikolojik süreci” incelenmiştir. Her ayrılık sürecinin psikolojik/fizyolojik/duygusal bir “ayrışma” olduğu, bir ilişki yaşarken bu üç alanda ilişkiyi içselleştirdiğimiz, ve sonuç olarak da ayrılığı bu üç farklı noktada yaşadığımız, hissettiğimiz gösterilmeye çalışılmıştır. Yaşadığımız ayrılık acısının nasıl bir süreç olduğu gösterilmeye çalışılmıştır.
Yedinci bölümde ise “ayrılık sonrası kriz durumları” incelenmiştir. Ayrılık sürecinde bizi zayıf düşüren, ayrılığı bizim için daha sorunlu hale getiren, ilişkileri geçmişte bırakamamamıza ve yarının ilişkilerini geçmiş ilişkilerin sorunlarıyla yaşamamıza neden olan; “ayrılık sürecinde ortaya çıkan kriz anları” incelenmiştir. Kriz durumunda sergilediğimiz davranışlar ve bu davranışların meydana getirdiği sonuçlar işlenmiştir. Kriz sürecindeki kontrolsüzlük durumuyla nasıl başa çıkabileceği tartışılmıştır.
Sekizinci bölümde, ayrılık sonrasında acıyı yeterince yaşamamızı engelleyen, ve bu nedenle aynı hayal kırıklıklarını, aynı acıları tekrar tekrar yaşamamıza neden olan; “ayrılık sürecindeki savunma mekanizmalarını” incelemeye çalıştık. Bu savunma mekanizmalarının ayrılık sürecinde acıyı azaltan işlevsel bir tarafı olsa da, uzun vadede benzer sorunları tekrar tekrar yaşamamıza neden olduğu gösterilmeye çalışılmıştır.
Dokuzuncu bölümde, “ayrılık sonrası yaşanan duygu durumları” incelenmiştir. Ayrılık sonrasında yoğun şekilde değişiklik gösteren duygu durumlarımızın ayrılık sürecini ve bu süreçteki davranışlarımızı nasıl etkilediği tartışılmıştır.
Onuncu bölümde, ayrılık acısının kökeni olan “ertelenmiş anne ayrılığı acısı” incelenmiştir. Anne ayrılığı sürecinde tamamlanmamış olan “bağlanma acısı” irdelenip, ona olan bağlılığın karşı cins ilişkilerine transferi gösterilmeye çalışılmıştır.
On birinci bölümde, “ayrılık sürecinin insanın kendini tanıma sürecine dönüştürülmesi” hususu incelenmiştir. Bir ayna olarak bu ilişkilerin nasıl tahlil edilmesi gerektiği aktarılmıştır.
On ikinci ve son bölümde ise, “yeni ilişkinin ayrılığın hangi aşamasında ya da durumunda olması gerektiği” hususu tartışılmıştır.
Tüm bu metinlerle okuyucunun “ayrılık sürecini”, hem bilişsel olarak kavraması hem de süreç olarak gözlemesi hedeflenmiştir.
Katkıda bulunması dileğiyle…
* Bu metin, editörde yayına yazırlanan “ayrılığın psikolojisi” adlı kitabımın giriş bölümüdür…