PARANTEZ İÇİNDEKİ HAYATLAR
Havanın kararmasına birkaç saat var..
Ama koyu gri gökyüzü, yağan yağmur akşamı erken getirmiş gibiydi, ofisten çıkıp sokakta onu beklediğim sırada…
Şehir ardımızda kalırken, birkaç kelam ettiysek de yola sessizlik eşlik ediyordu. Gergindi. Direksiyonu iki eliyle sıkıca kavrıyor, ara sıra göz ucuyla bana bakıyor, bir iki kelime söylüyor sonra susuyordu. “Ne hissetmem gerektiğini, ne yapmam gerektiğini bilmiyorum” dedi. “Doğru mu yapıyorum, mezarlığı bulabilecek miyim, bulsam onun mezarını nasıl bulacağım, bilmiyorum” dedi. “Yaptığım şey bir yandan hiç mantıklı gelmiyor” dedi.
Yağmur, yolun son kısmında bastırdı. Koyulaşan grilikle büyüyen bir yalnızlık sardı havayı: gökyüzünden inen, arabayı, düşünceleri, geçmişi birer perde gibi örten bir yalnızlık. Mezarlığa yaklaştık, kimseler yoktu. Sessizlik.. rüzgâr ıslak otları hışırdatıyordu.
Arabayı kenara çekti. “Burası olmalı” dedim elimdeki telefonun navigasyonuna bakarak.. Sanki bir yere varmış değil de bir şeyin içine düşmüş gibiydik!
Kaybettiği sevgilisinin mezarını arıyordu. Yıllar önce ölmüştü adam, mezar taşında adını bulmayı umuyordu. Çünkü o taş, gerçeğin son kanıtıydı; parantez içinde yaşanmış bir hayatın, artık inkâr edilemeyecek tek iziydi.
Bir süre sessizce dolaştı. Sonra bir anda durdu. Gözleri bir mezar taşına takıldı. “Mustafa o” dedi.. Çöktü!
Ağlamaya başladı. Öyle bir ağlayıştı ki ne geçmiş ne gelecek kalmıştı içinde. Sadece oradaydı: yağmurun, toprağın, suskunluğun içindeydi. Bir adam başka bir adamın mezarının başında, hıçkırarak ağlıyordu!
Mezarın başına oturdu. Ellerini birbirine kenetledi. Bir şeyler söylemek istedi ama sesi çıkmadı. Gözyaşları toprağa karıştı.
Geriye çekildim. “Sen burada biraz kal,” dedim. “Konuş onunla!”
Arabaya döndüm. Bir saat kadar bekledim. Yağmur bazen dindi, bazen yeniden başladı. O ise mezarın başında bir ileri bir geri yürüyordu. Bazen başını eğiyor, bazen göğe bakıyordu. Bazen oturuyor, bazen kalkıyor, bazen konuşuyor, bazen susuyordu.
Kendisi de gizli olan bir yasın tanığıydım. O mezarın altında yatan adamın hikâyesini kimse bilmiyordu. O adam, bu ülkenin kimlik kartlarında “normal” bir hayat sürmüş, evlenmiş, çocuk sahibi olmuştu. Ama bir yandan da şu anda mezarı başında ağlayan bu adamla yıllarca süren, kimsenin bilmediği bir aşk yaşamıştı.
Hiç kimsenin bilmediği bir hayat.
Onu bu mezara gömen yakınlarının, eşinin, çocuklarının, anne babasının, kimsenin bilmediği bir hayat…
Kısacası, yaşanmış ama görünmemiş bir hayat.
Tuhaf bir duygu hissediyordum. Acısı bitmiş bir yasın tortusu… Tanıklık ettiğim sadece yalnız bir adamın yası değildi, bir ülkenin görünmeyen yasına da şahitlik ediyordum. Çünkü bu topraklarda bazı yaşamlar hep parantez içinde kalıyor. Kimlikler, duygular, sevgiler, o sessizliğin içinde kayboluyor.
***
Yeni bir yasa tasarısı hazırlanıyor:
MADDE 9
Hayasızca hareketler
Madde 225-
(2) Doğuştan gelen biyolojik cinsiyete ve genel ahlaka aykırı tutum ve davranışta bulunan ya da bulunmayı alenen teşvik eden, öven veya özendiren kişi, bir yıldan üç yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır.
***
Olmadığına dair bir beyan gelmediği için bu yasa teklifinin gerçekten hazırlandığını düşünüyorum.
2019 yılında zamanın Diyanet İşleri Başkanı Başkan Ali Erbaş, bir açıklamasında, “Anne olmayı devreden çıkaran bir kadın ve baba olmayı devreden çıkaran bir erkek tasavvuru, fıtrata, yaradılışa aykırı bir sapkınlıktır.” dedi.
2024 yılında Diyanet’in stratejik planında, LGBT+ bireylerin “aileyi tehdit eden cinsiyet temelli sapkın ideolojiler” kapsamında değerlendirildiği ve bununla mücadele için yaklaşık 2 milyon TL bütçe planlandığı belirtildi.
10 Ocak 2025 tarihli Cuma hutbesinde Diyanet, “fıtratı korumak, aileyi korumaktır” başlığıyla LGBT+ ve “cinsiyetsizleştirme”nin kadın-erkek arasındaki tamamlayıcılığı ortadan kaldırdığı yönünde söylemler kullandı.
RTÜK Başkan Yardımcısı Feyzullah Tecirli, 5 Mart 2025’te TBMM’de yaptığı konuşmada “2025 yılını LGBT+ ile mücadele yılı ilan ettiklerini” açıkladı.
RTÜK’in bir kararıyla, bir “LGBT+ Propagandasına Dur” mitinginin kamu spotu olarak yayınlanması kararı alındı.
***
Bu yasa tasarısıyla hedef, cinselliği biyolojinin nesnesi olarak bastırmak değil, kimliğin, arzunun, varoluşun bir parçası olarak görüp, “iktidar” diliyle tanımlamaktır.
Bu yasa teklifinde satır arasında “ahlâk” kelimesi geçiyor ama aslında kastedilen, kimlerin “insan” olarak kabul edileceğidir. Yasa metninde kullanılan dil, sanki bir virüsten, bir sapmadan söz ediyor; oysa bu kelimeler, yaşayan insanların teninde, kalbinde yankılanıyor.
Foucault, Cinselliğin Tarihi’nde der ki:
“Cinsellik bastırılmadı; tam tersine, iktidar tarafından konuşmaya, tanımlamaya, ölçmeye zorlandı.”
Bu yasa teklifi tam olarak bunu hedefliyor: cinselliği bastırmak değil, onu yeniden tanımlayıp sınırlamaya çalışıyor. Bu yasa teklifi yasalaşırsa “Eşcinsellik” bir yönelim değilmiş gibi, “kimlik” bir hak değilmiş gibi, “arzu” bir tehlikeymiş gibi tanımlanacak! Böylece, devletin dili, bir tür modern mahkemeye dönüşecek. Söz yasaya; yasa cezaya; ceza ise sessizliğe dönüşecek.
İnsan, kendi varoluşunu sadece kelimelerle değil, varlığıyla da savunur.
Judith Butler, Cinsiyet Belası’nda şöyle yazar:
“Cinsiyet kimliği bir öz değil, bir performanstır; tekrarlandıkça gerçeklik kazanır.”
Yani, bir kadın ya da erkek, bir eşcinsel ya da heteroseksüel olmak, toplumsal normlara karşı verilen bir mücadelede yeniden ve yeniden “sahneye konan” bir varoluş biçimidir. Bu açıdan devletin ya da toplumun “bu rolü oynamayacaksın” demesi, insanın kendisini var etme hakkına yönelmiş bir saldırıdır. Butler böyle düşünür.
Bu düşünceden hareketle yasa tasarısında suç olarak tanımlanan şey, aslında yaşamın bizzat kendisidir. Butler’a göre birini sevmek, sahnede görünmek, yazmak, anlatmak, paylaşmak… Bunlar “suç” değil, insanın kendi varlığını onaylama biçimidir.
Yine Foucault der ki:
“Her toplum, kendi sapkınlarını üretir. Sapkın, sistemin kendini meşrulaştırdığı aynadır.”
“Sapma” dedikleri şey, aslında toplumun kendini görmek istemediği aynadır. Kimliğini bastıran toplum, kendi ikiyüzlülüğünü de bastırmış olur; bu nedenle yasa, bireyi değil, toplumun korkusunu korur.
Yine bu nedenle söz konusu yasa teklifi, bir ahlâk düzenlemesi değil, korku yasasıdır. Korkunun, arzunun, farklılığın yasaklandığı yerde yaşam da yavaşça solmaya başlar…
***
O yağmurlu günde, mezarlığın ortasında yaşanan hiçbir şey “ahlaka aykırı” değildi.
Aksine, insan olmanın en çıplak hâliydi: sevmenin, kaybetmenin, hatırlamanın, yas tutmanın hâli.
Ama teklif edilen bu yasa , insanın bu halini değil, yalnızca onun korkusunu tanıyor; çünkü “genel ahlak” dediğimiz şey, çoğu zaman korkunun kurumsal adıdır.
Bu nedenle bu yasa teklifi, toplumun huzurunu değil, yalnızlığını artırır. Çünkü insanın doğasına dair olan hiçbir şey cezayla susturulamaz.
Aşk da, arzu da, kimlik de.
***
Psikoloji yıllar önce söyledi: Cinsel yönelim, bir tercih değil, bir varoluş biçimidir.
Hukuk da söyledi: İnsan onuru, devletin tanımasıyla değil, insanın doğasıyla vardır.
Ancak ideoloji yine yeniden yasayla gerçeğin üzerine örtmeye çalışıyor, gerçeğin kendisi mezarlıklarda ağlamaya devam ederken.
Bir toplumun en büyük körlüğü, kendi insanının gözyaşını “tehdit” olarak görmesidir.
Devletin görevi ahlak tarif etmek değil, vicdanı korumaktır.
Gerçek ahlak, başkasının kimliğine dokunmamayı bilmektir.
Bir başkasının sevgisini, acısını, yönelimini suç ilan etmek, ahlakı değil korkuyu büyütür.
Yağmurun altında, mezar başında ağlayan o adamın gözyaşları, herhangi bir yasa maddesinden daha sahicidir.
O ağlayışta bir hakikat vardır, o da şudur:
Sevgi, devletin tanıdığı biçimlerle sınırlanamaz,
Yaşamı var kılan da meşrulaştıran da acıdır, yasa değil.