İnancın ve Arzunun Kesişiminde DİNDAR EŞCİNSELLERİN İÇSEL YOLCULUĞU
İnancın ve Arzunun Kesişiminde
DİNDAR EŞCİNSELLERİN İÇSEL YOLCULUĞU
İnsan bazen iki kıta arasında yaşar.
Ne tam burada ne tam orada. Araf..
Ne kendini arzuya bırakmak ne de bütünüyle inanca sarılmak…
Eşcinsel bir birey için bu iki kıta (cinsel yönelim ve dini inanç) bazen aynı bedende yan yana değil, karşı karşıya durur. Ama bu durum çatışmadan çok bir bölünmeye dönüşür çoğu zaman. Kendi içinde ikiye ayrılmış bir benliğe ve hatta bazen desorder bir yapılanmayla ikili bir benliğe.
Bu bölünme en çok, inancın sadece bir “inanç” değil, aynı zamanda çocukluktan itibaren içselleştirilmiş bir varoluş zemini olduğu durumlarda ortaya çıkar. Din, dışarıdan öğrenilen bir bilgi olmaktan çıkıp içeride kurulmuş bir yapı hâline geldiğinde, cinsel yönelim yalnızca bir arzu değil, neredeyse kişiliğin “bozulmuş” hali gibi algılanır. Suçluluk, yalnızca yapılanlara değil, doğrudan varoluşa yönelir. Kişi ne yaptıysa değil “neyse o” olduğu için günahkâr hisseder. Bu suçluluğun en yapışkan biçimidir.
İçten içe yaşanan bu “suçlulukla baş etmek” için bazıları arzularını bastırır, bazen heteroseksüel evliliklere yönelir, bazen çifte hayatlar kurar, bazen de dini pratiğe aşırı bir bağlılık geliştirir. Ama bu çabalar, “benliğin bütünlüğünü” geri kazandırmaya çoğu zaman yetmez. Çünkü sorun, yalnızca davranış düzeyinde değildir. Sorun, “Ben kimim?” sorusunun çatlamasında gizlidir.
Bu bölünmenin yankıları çok geniştir:
İnançla cinsellik arasında sıkışan birey, sadece yönelimiyle değil; ailesiyle, cemaatle, toplumla, hatta Tanrı’yla olan ilişkisinde de parçalanmış hisseder. En mahrem duygularla en kutsal inançların çarpıştığı bu yerde, birey neyi sevdiğini değil, neyi sevmesinin yasak olduğunu düşünür. Arzunun doğallığına karşı inancın “günah” ilanı, kişiyi sürekli bir iç “hesaplaşmaya”, hiç bitmeyen bir “tövbeye”, bazen “inkâra” sürükler.
Kimi zaman bu “çatışma” kişiyi Tanrı’dan uzaklaştırır kimi zaman Tanrı’ya daha çok yaklaştırır. Ama her iki durumda da bir “yalnızlık” vardır. Sadece topluma karşı değil, Tanrı’ya karşı da bir savunma hali. Geceleri yapılan dualarda, gizli gizli okunan tefsirlerde, içten içe hissedilen “affedilme” arzusu; bütün bunlar içsel bir barış arayışının kırık dökük izleridir.
Lakin bu içsel çatışmayı yaşayan herkes aynı yoldan geçmez. İki farklı eşcinsel profili, bu çatışmayı çok farklı şekillerde yaşar.
“Doğuştan” Dindar Olanlar:
Din, onlar için yalnızca bir inanç değil, neredeyse bir dil gibidir. O dili öğrenerek büyürler. İnanç, ait oldukları dünyanın temel taşıdır. Bu yüzden eşcinsellik hem kendileri hem çevreleri için “sonradan gelen bir sapma” gibi algılanır. Kendilerine “Neden böyleyim?” değil, “Neden bozuğum ya da kendimi neden bozuk gibi algılamıyorum?” diye sorarlar. Suçluluk, sadece eyleme değil, kimliğe yöneliktir. “Ben kötü müyüm?” sorusu, yalnızca ahlaki bir değerlendirme değil, varoluşsal bir çöküştür.
Bu kişiler için sorgulamak bile günahtır. Tanrı’ya öfke duymak, inancı yargılamak değil; kendini azarlamakla sonuçlanır. İnançla cinsellik arasındaki çatışma çoğu zaman sessizliğe gömülür. Çifte hayatlar, gizli ilişkiler, “mış gibi” yapılan evlilikler bu sessizliğin yansımasıdır. Ve o sessizlik zamanla kişiyi içinden kemiren bir çürümeye dönüştürebilir.
“Sonradan” Dindar Olanlar:
Bu dindar grup, inancı bilinçli bir tercihle benimsemiştir. Genellikle bir arayışın, kırılmanın, kaybın ardından dine yönelirler. Eşcinsel kimlikleri daha öncesinde içselleşmiştir. Bu yüzden dinle çatıştıklarında, inkâra ya da bastırmaya değil; sorgulamaya, anlamaya, uzlaştırmaya çabalarlar. “Ben niye böyleyim?” yerine “Din neden bunu reddediyor?” diye sorarlar. Daha felsefi, daha eleştirel bir yaklaşımları vardır. Kutsal metinlerin farklı yorumlarını araştırırlar. İnançlarını yeniden biçimlendirir, Tanrı algılarını dönüştürürler. Ve bazıları hem inançları hem yönelimleriyle barışmayı başarabilirler.
Ama bu yol her zaman kolay değildir. Çünkü iki derin kimlik çatıştığında, kişi yalnızca bir seçim yapmaz. Köklerinden birini sorgulamak zorunda kalır. “İnanç kimliği” ve “cinsel kimlik”, kişiliğin en derin katmanlarında yer alır. Her biri başka yollarla, ama benzer yoğunlukta benliği şekillendirir. O yüzden bu çatışma, yalnızca bir “yaşam tarzı” meselesi değil, bir varoluş meselesidir.
Tanrı’nın gözüyle kendine bakmak…
Aynada kendi bedenine, arzularına, kalbine bakmak…
Ve bu ikisinin birbirini reddetmediği bir iç dünya kurmak…
Bu mümkün mü?
Belki de sorulması gereken budur:
İnançla barışık bir eşcinsel kimlik mümkün mü?
Mümkünse bu “barış” nasıl kurulur?
Tanıklıkların, toplulukların, yeni yorumların ve en çok da içsel cesaretin yardımıyla mı?
Belki de her şey, bir gün birinin çıkıp “Ben böyleyim ve Tanrı beni böyle de seviyor” demesiyle başlayacak… Ve o cümleyi başka biri duyduğunda, kendi iç savaşı bir nebze olsun duracak.
DENEYİMİN 3 HALİ
Gözlemlerim3ç temel yönelim modeli ortaya koyuyor:
- Dine yönelip eşcinselliği bastırmak
- Cinsel kimliği kabul edip dinden uzaklaşmak
- ya da ikisi arasında sıkışıp kalmak ve sürekli bir çatışma durumuyla var olmak
Danışanım dedi ki
“Artık kim olduğumu bilmiyorum. Hem Tanrı’yla hem kendimle küsüm. Ben beş vakit namazı liseden beri hiç aksatmadım. Hâlâ da kılıyorum. Ama aynı zamanda, akşamları eşcinsel tanışma uygulamalarına girip saatlerce oyalanıyorum. Birini seviyorum desem yalan olur, ama uzak da duramıyorum.
Üniversiteye ilk gittiğimde ‘bu istekler şeytandandır’ dedim, çok dua ettim. Hatta bir hocaya gidip, ‘ne olur bana yardım edin, ben sapkın olmak istemiyorum’ dedim. Bana ayet okudu, oruç tutmamı, evlenmemi önerdi. Denedim, olmadı. Kadınlara hiç yakın hissedemedim.
Sonra bir dönem tamamen uzaklaştım dinden. Çok öfkeliydim. ‘Madem beni böyle yarattın, neden cehennemde yakacaksın?’ diyordum. Sonrasında, Tanrısız yaşamak bana boşluk gibi geldi. Ama Tanrıyla yaşamak da yük gibi.
Şimdi her sabah ‘temiz’ uyanmak istiyorum ama gece kendimle yine pazarlık ediyorum. Namazda gözümden yaş geliyor ama sonra kendime iğrenerek bakıyorum. Terapiye geliş nedenim de bu oldu: Kendime olan bu tiksintiyi durduramıyorum.”
Modelimdeki 3 yönelim hattını şöyle sınıflandırabilirim:
- Dine yönelip eşcinsel kimliği bastıranlar: Genellikle evlenme, bastırma ve yoğun ibadetle çözüm arayanlar. Depresyon, anhedoni(haz kaybı) ve çift yaşam sık görülen sonuçlar olur.
- Cinsel kimliği kabul edip dinden uzaklaşanlar: Bir özgürleşme yaşansa da suçluluk kalıntıları, “Tanrı beni affeder mi?” gibi sorularla iç hesaplaşmalar süren bir yaşam ortaya çıkar.
- İkisi arasında gidip gelenler: sıkışmışlık yoğundur, yaygın anxiety, psikosomatik sıkıntılar, panik atak, yeme bozuklukları, dissosiyatif eğilimler bu grupta daha sık görülür.
Bir başka danışanım şöyle dedi
“Lisede hocamla aramızda bir şeyler olmuştu. Adını koyamamıştım ama ruhum karışmıştı. Sonra kendimi dine verdim. Hafız oldum. Yirmili yaşlarımda evlendim, bu duygular geçer sandım. O zamanlar sosyal medya falan da yoktu, sanki başka bir gerçeklik içinde yaşıyorduk. Ama geçmedi.
Her Ramazan ayında bir karar alırım: Bir daha bakmayacağım, bir daha düşünmeyeceğim. Sonra bir gece bir mesaj, bir görüntü… ve yine pişmanlık. Eşim hiçbir şey bilmiyor. Çocuklarım bana çok düşkün, çok severler. Ama ben içimde iki ayrı hayat yaşıyor gibiyim.”
Bir başka danışanımsa şöyle dedi
“Eskiden çok dindardım. Sabah namazını kaçırdığımda üzülürdüm. 19 yaşında ilk kez bir erkeğe âşık oldum. İlk kez ellerim terledi. İlk kez hayatı sevdim. Ama sonra kendimden nefret ettim. Üç yıl boyunca o aşkı içime gömdüm.
Üniversitede yavaş yavaş uzaklaştım dinden. Başörtülü arkadaşlarıma mesafe koydum, çünkü onların yanında suçlu hissediyordum. Sonra namazları bıraktım. En son Ramazan’da bir gün içki içerken ‘Ben artık Allah’tan korkmak istemiyorum.’ Dedim kendime.
Şimdi bir sevgilim var, birlikte yaşıyoruz. Mutluyum desem yalan olur ama en azından kendimi inkâr etmiyorum. Ama içimde hâlâ bir sızı: Eğer Tanrı varsa ve ben yanlış yapıyorsam, beni affeder mi?”
Yine bir başka danışanım
“’Lut Kavmi’nden’ bahsedildiğinde gözüm doluyor. Aynı gece bir erkekle mesajlaşıyorum. Sabah gusül alıp, camiye gidiyorum. Bu yıllardır böyle. Sanki iki kişiyim.
Dini bırakmak istemiyorum çünkü inandığım tek yer orası. Dinin olmadığı bir yaşam bomboş geliyor. Ama her ibadetten sonra kendimden tiksinmekten de bıkmış durumdayım. Ne eşcinsellerin dünyasına ne de dindarların dünyasına aitim. Yaşım 55. Kırk yıldan fazladır yaşıyorum bu çatışmayı. Son noktada şuraya vardım içimde ‘Ne Allah senden vazgeçti, ne de sen Allah’tan.’ Belki de bu kadar kolay bölünmüyor insan. Belki ikisini birden taşımanın yolunu bulmalıyım. Belki de buldum…”