Önsöz
Dindarların modernleşmesinin hızlandığı bir süreci yaşıyoruz. Bunun hem dindarlara hem de yaşadıkları çevreye bir takım etkileri var. Bu kitabın incelediği konu modernleşme sürecinde dindarların yaşadıkları çatışmalar üzerinedir. Hem psikolojik sorunu olan dindarların hem de dindar terapistlerin psikoloji ve din arasında yaşadığı çatışmayı aktarmaya çalıştık.
Tartışma, özellikle belirli kavramlar etrafında şekillenmektedir. Bazı kavramlar günlük dilde farklı anlamlarda kullanıldığı için terminolojideki anlamının dışında kullanılmıştır. Anlam kayması oluşan kavramların bilinmesi kitabın dilinin daha iyi anlaşılmasını sağlayacaktır.
‘Psikoloji’ ve ‘psikanaliz’ kelimeleri çoğu zaman birbirinin yerini tutacak şekilde kullanılmıştır. Bazen kendi terminolojisinde bazen de günlük konuşma diliyle cümle içinde eyer almışlardır.
Bir başka anlam kayması ‘hasta’ ve ‘yardım alan’ terimlerinde olmuştur. ‘Psikolojik rahatsızlık geçiren kişi’, ‘psikolojik sorunu olan kişi’ sıfatları iç içe olduğu için bu kavramlarda kaymalar oluşmuştur.
Üçüncü anlam kayması ‘hastalık’, ‘psikolojik sorun’, ‘psikolojik bozukluk’, ‘psikolojik rahatsızlık’ kelimeleri etrafında oluşmuştur. Bu kavramlar da birbirlerinin yerine kullanılmıştır.
Dördüncü anlam kayması ise ‘din’ ve ‘gelenek’ kelimelerinde yaşanmıştır. Geleneksel dinle Vahiy kaynağı din arasındaki belirsizlik, tolumun din algısı bu kavramların birbirlerinin yerine kullanılmalarına neden olmuştur.
Psikolog Mustafa Topkara
TUHAF BİR ÖYKÜ
Yüzü sıkıntılı ve gergindi. Telaşlı olduğu her halinden belliydi. Kendini tüm gerginliğinden uzak tutmaya çalışarak terapistin elini sıktı.
“Doktor Bey merhaba, kaç gündür size ulaşmaya çalışıyorum!”
Terapist gülümseyen bir yüzle karşılık verdi.
“Tatildeydim. Üzgünüm. Buyurun, oturun lütfen, nasıl yardımcı olabilirim?”
Kadın derin bir nefes alarak konuşmaya başladı.
“Ben 42 yaşındayım, 18 yıllık evliyim. Eşimle şimdiye kadar cinsel anlamda hiç beraber olmadık. Onunla evliliğim zaten isteyerek de olmamıştı. Tanıştırdılar, ben de ‘evet’ dedim. Nefret etmedim. Hatta bu sorunu aşmak için kadın doğum doktorlarına da gittim kaç defa, ama geçmedi. Hocalara, cincilere falan da gittim bizi bağlamışlardır diye, ama oralarda da bir çözüm olmadı. Ben de ‘tamam geçmiyor artık’ diye meseleyi kapatmıştım. Ta ki bir ay öncesine kadar. Bir ay önce, eşimden önce sevgili olduğum kişiyle beraber olduk. Onunla da yatamadım. Çok istememe rağmen olmadı. Tüm gece kahrettim. O da çok üzüldü. Artık sorunumu çözmek istiyorum. Onunla cinsellik yaşamak istiyorum…”
Ve ağlamaya başladı kadın…
Terapist şaşkındı.
Ne yapmalıydı?
Garip bir tabloyla karşı karşıya duruyordu. Kadının vajinismusa[1] benzeyen bir sorunu vardı. Kaldı ki, öyle değilse de bile ya korkudan ya da eşini benimseyememesinden, kabullenememesinden kaynaklanan bilinçaltında bir kapanma söz konusuydu ve bu yüzden cinselliğe kendini kapatıyor olmalıydı.
Sonuçta neden ne olursa olsun bu hadise psikolojik bozukluktu ve bunu tedavi edebilirdi ve etmeliydi. Ancak hasta bunu eşiyle değil, geçmişte sevgili olduğu ve uzun yıllardır görüşmediği, son bir yıldır telefonlarla irtibat kurduğu ve bu sürecin nihayetinde bir ay önce bir araya geldiği sevgilisiyle yaşamak istiyordu.
Aralarında cinsel ilişki tam olarak meydana gelmemiş olsa da bu bir aldatmaydı. Aldatma olması terapisti elbette ilgilendirmezdi, bu hususla ilgili yargıda bulunmak ona düşmezdi…
Ama yaptığı, toplumsal olarak kötü görülen, kınanan bir eylemdi.“Kendince nedenleri vardır” diye düşündü içinden.
“Onu yargılamamalıyım. Kişilik yapısının sorunlu olduğu, olgun olmadığı ortada. İstemediği bir evliliği bitiremeyecek kadar karşı tarafa bağımlı ve kendine güvenmeyen biri. Kişilik sorunu var.” diyerek yargılarını dizginlemeye çalıştı.
Buraya kadar Terapist kalmakla ilgili kendine söz anlatmıştı, ama bundan sonrasını nasıl yapacaktı?
Hasta ondan, sevgilisiyle cinsellik yaşaması için cinsel sorununu çözmesini istiyordu ve bu kadın 18 yıllık evliydi ve halen evliliği devam ediyordu. Sorunu çözmesi demek, kadının bu eylemi meydana getirmesi demekti ve kendisi de sorunu çözerek bu davranışın yapılmasını sağlamış olacaktı.
Ne yapacaktı şimdi?Kadın ağlıyordu…
“Doktor Bey, sıkıntılarım var her gün. Artık uyuyamıyorum. Onca ilaç almama rağmen uyku tutmuyor. Sürekli onu düşünüyorum. ‘Neden birlikte olamadık, neden ben de herkes gibi cinsellik yaşayamıyorum, karşımdaki çok sevdiğim insana yaşatamıyorum’ diye ağlıyorum. Düşünceler sürekli beynimin içinde dolanıyor. Bu sorunu halletmezsem kesin çıldırırım. Lütfen yardım edin. Mutlu olmak istiyorum, kurtarın beni bu hastalıktan, ben de herkes gibi cinsellik yaşayayım…”
Terapist derin bir nefes alıp, “Peki, bu sorunu niçin evliliğinizde çözmüyorsunuz?” dedi.
Kadın, “Çünkü eşimi sevmiyorum.” Terapist şaşkındı, “Sevmediğiniz birisiyle evliliğinizi neden devam ettiriyorsunuz?” diye sordu.Kadın, “Çünkü sevdiğim adam ancak dört yıl sonra eşinden boşanabileceğini, o zamana kadar sabretmemiz gerektiğini söyledi. Beklemek zorundayım.” Dedi.
Terapist’in şaşkınlığı daha da artmıştı ama belli etmemeye çalıştı, “Evet, ancak başka biriyle evlenmek için bu süreyi bekliyorsunuz. Bu süre hem kendiniz hem de karşınızdaki kişi için sıkıntılı bir dönem oluşturmayacak mı?”Kadın biraz tepkili bir ses tonuyla karşılık verdi, “Doktor bey hayır, ayrılamam. Anlamıyorsunuz beni, ayrılırsam hayatımı nasıl devam ettireceğim. Annemin yanına mı döneyim? Onun dırdırıyla uğraşamam, sabahtan akşama kadar başımın etini yer, ‘neden ayrıldım’ diye söylenir durur ondan sonra da her işime burnunu sokar. Ayrıca ekonomik durumum da buna müsait değil! Sonra, dul kadınlara bu toplumun nasıl baktığını tahmin edersiniz. Yani ayrılamam. Sevdiğim adam eşinden ayrılıncaya kadar bu evliliği sürdüreceğim…”
Terapist kadına baktı. “Bu ne bencillik böyle…” diye geçirdi içinden. Ama o bir terapistti ve yargılamaya hakkı yoktu.
O, kendisinden yardım isteyen biriydi.
Yardım etmeli miydi?
Yoksa sonrası ahlaki açıdan birçok sorun ortaya çıkaracak bu işe hiç girişmemeli, hastanın sorumluluğunu hiç üzerine almamalı mıydı?
“Bunu yapacaksa, bu onun sorunu. Benim işim onun problemini çözmek. Bu benim işim.” diye tekrarladı içinden yüksek sesle…
Ve kadına bakıp, “Tamam, elimden geleni yapacağım.” dedi.
İÇİNDEKİLER
Giriş….
PSİKOTERAPİ VE TERAPİST
MODERN HAYATTA İLİŞKİLER
AİLE VE KİŞİLİK OLUŞUMU
TOPLUM İÇİNDE BİREY
AİLE SORUNLARINDA TERAPİSTLER
CİNSEL SORUNLAR
DİNDE MAZERET KAİDESİ VE PSİKOLOJİK SORUNLAR
DİN VE PSİKOLOJİ
GİRİŞ
Dindar olmayan bir psikoterapist dindar olan bir hastayla empati kurabilir mi?
Dindar olmayan bir psikoterapistin dindar bir hastanın, psikolojik bozukluklarıyla dini kaygıları arasına sıkışmış çatışmalarını anlaması, kavraması zordur. Çünkü dindar olmayan, psikolojik sorunlara sadece psikolojik verilerle bakan psikoterapist, çatışmayı sadece id ve süper ego[2] arasındaki bir çatışma olarak kabul edecek ve dini de süper egonun içinde bir yapı olarak görecektir. Hastayla yeterli empatiyi kuramaması kaçınılmazdır. Freud, dinin nevroz olduğunu ve süper egonun içinde bir yapı olduğunu söyler.
Peki, gerçekten durum böyle midir?
Süper ego, toplumun geçmişten getirmiş olduğu gelenek, örf, anane, ahlak alanını içeren, kültür yapısını içine alan, kişinin ötekilerle ilişkisini düzenleyen unsurlar bütünü olarak görülür. Süper ego, insanın toplumsallaşma sürecinde ödediği bedeldir, ötekini kabullenme alanıdır, ötekiyle ilişki kurabilme zeminidir.
Dikkat edilirse burada din süper egonun içinde, insanın insanla olan ilişkisini esas alan bir kültürel metafor olarak karşımıza çıkmaktadır. Uhrevi bir şey değildir, aşkın ya da kutsal bir şey değildir. Bunun yerine insanın insanla olan ilişkisinin zorunlu koşuludur.
Bu noktada şu soru anlamlı hale gelmektedir: Din, insanın insanla ilişkisini düzenleyen, biçimleyen, ona zemin oluşturan bir nesne midir? Ötekini kabullenme anlamında feda edilen duygular, davranışların yüceltildiği, yine insan tarafından üretilmiş bir kültürel nesne midir?
Din, kültür gibi midir? Gelenek gibi midir? Adet, anane gibi midir?
İnsanın insanla ilişkisini düzenleyen, yine insan tarafından üretilmiş bir yapı mıdır?
Freud, dinin kültür içerisinde diğer unsurlardan sadece biri ve nevroz olduğunu, dindar birinin de nevrotik olduğunu ifade eder. Ancak dinler ve dindarlar buna karşı çıkar. Dinin, insanüstü bir güç tarafından insana gönderildiğini, bu yüzden de kültüre ait bir nesne olmadığını söyleyecekler.
Burası son derece önemlidir, çünkü eğer din süper egonun içinde değilse, psikoterapist hastasına dine rağmen çözümleri sunamaz. Hastayı dinen sorumlu tutacak çalışmalardan ve açılımlardan uzak tutması gerekir.
Tabloya buradan bakınca dindar kişinin dindar olmayan bir psikoterapiste gitmesi dinen sorunlu gibi duruyor.
Dindar olmayan bir psikoterapist, hastanın dinle ilgili problemler yaşamasına neden olabilir. Çünkü dindar hasta için din, süper egonun içinde bir alan değil, insan ötesi ve dayanağı olmadan esnetilemeyecek bir alandır. Ancak dindar olmayan bir psikoterapist için din süper egonun alanı içindedir ve psikolojik bozukluklar konusunda çatışmaların çözümü için taviz verilebilecek bir alandır.
Bir başka sorun kişinin hem dindar hem de psikoterapist olması durumunda ortaya çıkar. Dindar psikoterapist kendine psikolojinin verilerini mi esas alacaktır ve dinden taviz verecektir yoksa dinin verilerini esas alarak psikoloji verilerinden mi taviz verecektir? Belki de öncelikli soru “Dindar bir psikoterapistin böyle bir çatışması var mıdır? Olmalı mıdır?” diye sorulmalıdır.
Modern hayat, psikolojik sorunu olan dindarları da onları tedavi etmeye çalışan dindar psikoterapistleri de böyle bir açmazın içine yuvarlamıştır.
Psikolojik sorunu olan insanlar meseleye hâkim olmadıkları için dinen durumu kurtarabilseler de problemin tam ortasında duran dindar psikoterapistler bu çatışmadan kaçamazlar.
Sorunu sadece dindar terapistlerin problemi olarak algılamak doğru değildir, bu aynı zamanda dindar insanların da problemidir. Dindar olup psikolojik sorunları olan (aile sorunu, kişilik problemi, karşı cinsle ilişkilerde sorunlar yaşayan vs.) dindarların tüm problemidir bu hususlar.
Bu yüzden bu kitabın ele almış olduğu konu ve tartışmaya açtığı sorunlar, dindar psikoterapistler kadar onlardan yardım alacak olan dindarları da ilgilendirmektedir. Onlar da bu alanın içindeki sorunları görmek, bilmek ve ona göre hareket etmek zorundadırlar. Ne psikoterapistlerden yardım alan dindarlar ne de kendisinden yardım istenen dindar terapistler, din ve psikolojik sorunlar arasındaki çatışmalarda dini dayanak oluşturmadan hareket edemezler.
Psikoloji kitaplarının hızla ve hiçbir kritere tabi tutulmadan çevrildiği Türkiye’de dindarlar, bu alanı sorgulamadan, onu eleştiriye tabi tutmadan dünyalarına alabilirler mi? Alınırsa bu ciddi sorunları gündeme getirmez mi? Modern hayatı içselleştirmede zorluk çekmiş olan insanların, artık modernleşmek zorunda kalmalarının neticesinde meydana gelen uyum sorunları biliniyor.
Dindarlar, modernleşmeye karar vermişlerse ya da buna mecbur kalmışlarsa, bu noktadan sonra modern dünyayı, onun düşüncesini, onun insanını, onun sorunlarını ve bu sorunları nasıl çözdüğünü anlamak zorundadır.
Psikolojik sorunlar ve psikolojik tedaviler, modern paradigmanın hayatın içindeki en önemli alanlarından biridir. Terapi ve psikoterapist olgusu dindarlar tarafından, düşünsel kritiklere tabi tutulmadan hayatlarına dâhil edilebilir mi?
Ayrıca bu kitapta tartışmaya açılan tüm sorular, dindar olmayan terapistleri de yakından ilgilendirmektedir. Çünkü bu kitapta bahsedilecek olan problemleri bilmeyen ve kendisinden yardım istenen dindar olmayan psikoterapistlerin, dindar kişiye bunları hatırlatması, onu bilgilendirmesi ve süreci ona göre yürütmesi gerekir.
Aslında kitabın genelinde çizilmeye çalışılan tablo, dindar ya da değil, terapist ya da değil, bu sıfatlara sahip olan olmayan herkesi ilgilendirmektedir. Psikolojik sorunlar kümesinin ortopedik hastalıklar gibi değerlendirilemeyeceğini, bu alanın büyük oranda sübjektiflikler içerdiği görülmelidir. Bu görüş, hem kendi sorunlarımızı algılamada hem de onlara çözüm aramada, bulmada bize açılım sağlayacaktır.
PSİKOTERAPİ VE TERAPİST
PSİKOLOJİK BOZUKLUK
“Psikolojik Rahatsızlık” diye bir şey…
Psikolojik rahatsızlıklar ve bozukluklar bütün hastalıklardan farklıdır. Onları bedendeki bir araz gibi ele alsanız da öyle durumlarla karşılaşırsınız ki, ne yapacağınız şaşırır ve psikolojik rahatsızlık geçiren kişiyi herhangi bir hasta olarak ele almakta zorluk çekersiniz. Bu yüzdendir ki depresyon hastasına aile ne kadar çok hasta gözüyle bakıp anlayış gösterse de bir yerden sonra söylenmekten kendini alamaz. “Bunu yapma, kendini toparlamalısın. Bunları sen yapıyorsun. Ayağa kalk ve kendine gel.” gibi sözler söyler. Tüm bu sözler ayağı kırılan bir hastaya söylenmez. Ya da ifade edilse de içerik olarak daha değişik yaklaşımlar gösterir hasta yakınları.
Bu davranışın altında birçok etmen yatıyor. Aile ve çevre her ne kadar bunun hastalık olduğunu, tedavi edilmesi gerektiğini düşünse de aslında bilinçaltında bir yerlerde pek de böyle düşünmemektedir. Ve bunu zorlandığı zamanlarda ortaya çıkartırlar.
Hastayı bu şekilde algıladığınızda, tedavi biçimini de bir tedavi edici unsur olarak terapisti de gözden geçirmeniz gerekmektedir.
Psikoterapist ve doktor…
Psikolojik rahatsızlıklar/bozukluklar nasıl diğer bedensel rahatsızlıklardan ayrılıyorsa, tedavi teknikleri de tedavi edenin kendisi de diğerlerinden ayrılır. Tedavi metodunun farklılığını bir kenara bırakarak, psikoterapistin klasik bir doktor olmadığını önce belirtelim.
Doktorunuzun hangi inanca sahip olduğu, duygusal olup olmadığı, kişilik yapısı, iletişim becerisi, cinsiyeti, yaşı, etnik kökeni, kültür yapısı sizi ilgilendirmez. Siz tedavi edilmesi gereken bir organa sahipsinizdir. Doktorun işi ise onu düzeltmek, tamir etmektir. Ancak terapist böyle değildir. O klasik bir doktor gibi değildir. Nasıl ki bir kadın kadın doğum uzmanına gittiğinde mahrem bölgelerini göstermekten çekiniyorsa, bir erkek bevliye uzmanına gittiğinde cinsel organını göstermekten çekiniyorsa, kişiler kendi duygularını açmak konusunda da aynı zorluğu yaşarlar. Cinsellikle ilgili her iki zorlanmada bedensel olduğu ve kişi tarafından fark edildiği için, kabul edilebilir. Ayrıca kişinin sıkıntısının nereden kaynakladığını bilmesi bu bölgeyle ilgili olan korkularını yenmesini sağlar ve sorunun üstüne giderek o zorluğa rağmen yapması gerekeni yapar.
Ancak terapist hasta ilişkisinde durum böyle değildir. İlk olarak kişi sorunun ne olduğunu tam olarak bilmemektedir. Sorunun çözümünün gerçekten terapiste anlatarak çözüleceğinden emin değildir. Eğer sorununa hâkimse bu defa da, “Ben biliyorum, anlatacağım da ne olacak?” gibi bir ön yargıya kapılır ve anlatmaktan uzak durur.
Terapistin reçetesi…
Tüm bunları aştığınızda ise karşınıza, hastanın sizin davranışlarınızdan etkilenmesi gibi ‘tuhaf’ bir durum ortaya çıkacaktır. Çünkü psikolojik sorunların çözümü ve psikolojik rahatsızlıkların tedavisinde kullanılan psikoterapi yönteminde tedavi aracı terapistin kendisidir. Bunun dışındaki hiçbir hastalık ve tedavi yönteminde böyle bir şey ortaya çıkmaz. Doğal olarak terapistin kişilik yapısı, davranış tarzı, beden görüntüsü, sahip olduğu inanç, kültür yapısı, aidiyet geliştirdiği cemaat, politik görüşü, yaşı, cinsiyeti gibi birçok olgu işin içine karışacaktır. Çünkü hasta sizin davranışlarınızdan aldığı ‘geri bildirim’[3] ölçüsünde size kendisini yakın hissedecek, kendisini güvende hissedecek ve kendini açacaktır.
Bunlar olmadığı sürece hasta size kendisini açmaz ve doğal olarak hastanızı tedavi etme fırsatını yakalayamamış olursunuz. Yani tedavi sürecinden önce terapistle hasta arasında kurulması gereken bir ilişki vardır ve bu olmazsa olmaz koşuldur.
Terapistin kişiliği önemlidir.
Hastayı tedavi edebilme potansiyeli ancak bu şekilde yakalanabilir. Buraya kadar dinle ilgili bir sıkıntı yaşanmazken, kişinin güven duymasından sonraki tüm süreçte terapistin, insan ve dindarlıkla ilgili yaklaşımları, hastayla dini inanışları arasında bir çatışma yaşanmasına neden olabilir.
Sözü biraz daha açarsak; psikoterapi başladıktan bir süre sonra hastayla kurulacak iyi bir iletişim sonucunda, hasta kendisinin anlaşıldığını hissediyorsa terapistini önemseyecektir. Onun geri bildirimleri hasta için çok önemli olacaktır. Önceleri kişilik yapısı, geri bildirimleri, güvendikçe hayatın diğer kesitlerinde de etkili olacaktır. Bu, hastanın dini yaşantısı, dindarlığı, inançlarıyla da ilgili sorun yaşayabileceği anlamına gelecektir. Eleştiri kişinin çok güvendiği bir yerden geldiği için kişi bunları sorgulamak durumunda olacak, çoğu zaman söylenenleri kendisinde görmese bile karşı tarafa güvendiği için inançlarını ya da inançla ilgili yaşantısını sorgulamak zorunda kalacak hatta çoğu zaman esneyecek, değişecektir.
Terapist sübjektif davranabilir.
Bu neden yapılsın ya da bir terapist bunu neden yapsın?
Kendi alışkanlıklarını, kendi inançlarını neden hastaya empoze etmeye hatta dayatmaya çalışsın?
Her ne kadar masum sorular olarak dursa da bunlar, bilimsellik ya da objektiflik denilen şey terapist-hasta arasındaki ilişkide, terapistin her zaman gözetebildiği bir durum değildir.
O bir insandır.
Terapi sırasında bir hastayı tedavi etmeye çalışıyor olsa bile, kullandığı araç kendisi olduğu için farkında olmadan birçok davranış sergiler ve bunlarla hastasını yönlendirir. Onun terapist olması, her davranışını kontrol edebileceği ve hastası için bilimsel olmayan yöntemleri, tavırları sergilemekten uzak duracağı gibi bir inanç geliştirmek çok anlamlı değildir.
O bir insandır ve herkesin hayat içinde yaptığı hataları, iş içinde meydana getirdiği birçok olumsuzluğu seanslarında yapabilir. Kendini objektif tutmaya çalışacaktır ve çalışmalıdır da, ancak bu tamamen mümkün olmaz. Kontrolünü yitirdiği, kendisinin bile dışarıdan bakıp değerlendirdiğinde çok eleştireceği davranışlar sergileyebilir. Hatta, kendinde kendisinin görmediği eleştiriye tabi tutulacak davranışları olabilir ve bunları farkında olmadan seanslarına taşıyabilir. Bunlarla ilgili eleştiri aldığında da kuşkusuz reddedecektir. Çünkü kendisi de o duygularını görmek istememekte ve onları bilinçaltına itmektedir.
Örneğin; cinlerin kendisini rahatsız edebileceğine inanan bir hastanın bu iddialarını modern toplum kesiminde yaşan bir terapistin reddetmesi muhtemeldir. Hatta çoğu zaman bu sadece reddetmekle kalmaz, hasta bu inançlarından dolayı yargılanır ve aşağılanır. Bunun böyle olmadığını söylemek güçtür. Televizyonlarda psikiyatrların, psikologların bu tür meselelerde nasıl tavır aldığını hep birlikte müşahede ediyoruz. Tavır, objektif bir tavır değildir. Terapistler her ne kadar kendilerinin haklı olduklarını düşünseler de -ki gerçekten de öyle olabilir- aldıkları tavır, durumun gerçekte öyle olduğundan değil, o mesele ile ilgili kendi yargılarından kaynaklandığını göstermektedir.
Hastanın kendisini bir cinin rahatsız ettiğini söylemesini, psikoterapistin psikoloji bilgisi, deneyimleri ve o meseleye olan inançsızlığı neden olsa da aslında kendisinin de aynı nedenlerden dolayı eleştirilecek bir sürü inancı olduğunu unutur. Hastalarının sahip olduğu eleştirilecek inançlara terapist de farklı yönlerde sahiptir. Ancak bunu kendisi görmez. Son derece normal inançlar bütünü olarak gelir kendi inançları. Tıpkı hastasının olduğu gibi kendi inançlarına sadıktır ama, kendi inançlarını normal bulurken hastasının inançlarını basit, anormal bulur, yargılar.
Allah’a inanmakla cinlere inanmak arasında, inanç bakımından bir değer farkı olsa da ikisi de inançtır sonuçta ve aynı nedenden dolayı her ikisi de eleştirilebilir.
Ancak bu noktada psikoterapist kendini haklı görecektir.
Terapistin objektif davranarak kendisinden yardım almak isteyen kişinin hayatına saygılı davranması gerekir. Ancak sürecin muğlâklığı ve psikoterapistin tedavi edici etmen olarak bizzat kendi varlığı, kendi kişiliğinin sürece dâhil olması bunu zorlaştırmaktadır.
Bu noktadan bakınca hiçbir terapötik görüşme tam olarak objektiflik içermez. Ancak psikoterapistin, bu görüşmeleri olabildiğince kendini dışarıda tutup, tedavi açısından objektif kılmaya çalışmaktadır.
Hasta terapiye bağlanır.
Terapistin inanç biçimi ve diğer özellikleri seansa yayılacak ve hastayı etkileyecektir. Buradaki etkileme durumu, hastanın psikoterapistin üstün özellikleri olduğuna inanması ya da psikoterapistin çok iyi telkin veren biri olmasında değil, psikoterapi sürecinden kaynaklanır. Hasta zaman içinde, psikoterapistin kendisini gerçekten anladığında ona güvenir ve bağlanır. Bu bağlanmanın şiddeti, derecesi kişiye, seansların sıklığına, sürece bağlıdır. İlişkinin uzun sürdüğü ve hastanın anlaşılırlık noktasında çok fazla doyum aldığı psikoterapide psikoterapistle ilgili geliştirilen duygu yoğun olacaktır. Bağlanma ve güven arttıkça Psikoterapistin yorumları, eleştirilerinin gücü de artacaktır. Terapist o bağlanmalarının sonunda hasta için sıradan bir insan olmaktan çıkar. Onu içselleştirir, duygu dünyasına alır. Özdeşim kurar. Onu kendisini tedavi edecek bir doktor değil, çok yakın, kendisini çok iyi anlayan bir dost olarak görür. Hastadan kaynaklanan bu duygu, psikoterapistin hasta üzerindeki gücünü, telkinlerinin etkisini artırır. Çoğu zaman hastayı tedavi eden psikoterapistin bu yaklaşımı olmuştur.
Psikoterapistin kim olduğu din açısından önemlidir.
Bir insanın başka biri üzerinde bu denli bir güce sahip olması, sahip olunan gücün nerede, nasıl, kim tarafından, hangi maksatla kullanıldığını önemli kılar.
Doğal olarak böyle bir unsur hem dini, hem geleneği ilgilendirir.
DİN VE TERAPİST
Psikoterapistin dini sınırları var mı?
Psikoterapistler, uğraşmış oldukları alan gereği zaman zaman da olsa fetva veren bir fıkıhçı durumuna düşseler de bu olmaması gereken bir durumdur. Hem din açısından hem de psikolojik tedavi sürecinin doğası açısından bu böyle olmamalıdır. Ancak yukarıda anlatılan sorunlar nedeniyle terapist bu tür durumlarla karşı karşıya kalabilir.
Sonuçta o odanın içinde anlatılanlar ve yapılan tavsiyeler anlık süreçler içinde olmaktadır. “Sen dur ben bir fetva kurulunu arayayım!” Türünden davranışlarsa hasta üzerinde ciddi bir güven sorunu ortaya çıkartır. Sonuçta psikoterapist bir şekilde o süreci kendi başına aşmaya çalışacak ve kararlar alacaktır.
Bu noktada en büyük çatışmanın yaşanacağı alan, dindar psikoterapistin, dini inanışlarıyla hatasını tedavi etmek için üreteceği çözümler arasında kalacağı çatışmadadır. Bu noktadaki çatışma, dindar psikoterapist tarafından “Her ne olursa olsun en önemli olan husus benim dini inanışlarımdır.” noktasında olursa, saygı gösterilmesi gerekir mi? Sonuçta din bir inanıştır ve kişinin bilim adamı olması farklı şekilde davranmasını gerektirmez. Kişi, dini inanışları yüzünden kendisinin tedavisini uygun bulmadığı bir yöntemi uygulamak ya da uygun bulmadığı bir hastayı tedavi etmek durumunda kalmamalıdır.
Din ve gelenek nerede ayrılıyor?
Dini inanışları konusunda karar alan psikoterapistler için en önemli zorluk bundan sonra başlar.
Zorluk; din olanla kültür olanın birbirine karıştığı yerdir. Bu husus psikoterapisti direkt olarak ilgilendiren bir alan değildir kuşkusuz. Önemli olan hastanın kendi inanışlarıdır. O yaşadığı ya da yaptığı şeyin din olduğuna inandığı sürece, psikoterapistin onun hayatıyla ilgili algısı da bu şekilde olmalıdır.
Ancak tüm bunların dışında psikoterapistseniz ve dindarsanız farklı bir husus ortaya çıkar. Siz inandığınız dinin doğru ve temel bir inanış olduğuna inandığınız için kendi inançlarınızda sabitsinizdir. Yardım gören açısından onun neye din dediği önemlidir, ancak bir de terapistin ‘din nedir’ sorusuna verdiği cevaplar vardır. Tam bu nokta çatışmanın yaşandığı yerdir.
Psikoterapist olarak sormamanız gereken bir soruyla karşı karşıya kalıyorsunuz;
Din nedir? Gelenek nedir?
Din denilen şey yasaklar ve emirler gibi kesin çizgilerle belirlenmiş manzumeler bütünü de değildir. Yasaklar içerisinde, yapılmaması tavsiye edilen davranışlardan tutun da en sert hüküm olan harama kadar dereceler vardır. Aynı şekilde; yapılması uygun olan davranışlardan, kesin emir olarak yapılması istenen farzlara kadar da bir çok derece söz konusudur.
Terapist bu dereceleri, hükümleri kendi seanslarındaki hassas durumlara nasıl uygulayacak?
Neyden kaçınacak, tavsiyede bulunurken neyi yapması gerekecek ve bunları nereye kadar gözetecek?
Ayrıca din ile kültür arasındaki farkları neyle tespit edecek?
Sonuçta kültürün dayattığı şeyler psikoterapist için çok önemli değildir. Dini hükümler olmadığı için değiştirilmesi ya da üstüne gidilmesinde herhangi bir mahzur görülmez. Bu noktada din ve kültür arasında bir ayrıma gidilmesi gerekir, ancak bunun yapılması bu gün ilahiyatçılar tarafından bile çok zor olmaktadır.
Psikoterapist bu ayrımı yapmadan karşılaştığı davranışlar hakkında nasıl yorum yapacak?
Hem hasta hem de kendisi için nasıl bir çıkış yolu bulacak?
Buradan yol bulabilmek için, din olanla olmayan arasındaki alanın netleşmesi gerek ki, psikoterapist el yordamıyla yol bulmaya kalkmasın.
TERAPİST, TOPLUM VE BİREY
Toplum açısından terapistin önemi nedir?
Psikoterapistler, uğraştıkların alanın muğlâklığı ve toplumu çok yakından ilgilendiren meslekleri sebebiyle, meydana getirdikleri değişiklikler toplumsal yaşantıyı direkt olarak etkiler.
Bir ortopedistin hastasına nasıl bir tedavi uyguladığının toplum açısından pek bir ehemmiyeti yoktur. Çünkü hastalığın tedavisi sadece hastayı ve doktoru ilgilendirir sadece onlara sorumluluk bindirir. Oradaki tedavinin hastanın çevresindeki insanlara ve topluma; zaman kaybı, enerji kaybı ve hastanın sıkıntısına eşlik etmenin dışında sürece dahil olmayacaklardır. Bu nedenle ne hastaya, ne tedaviye, ne doktora herhangi bir sorumluluk yüklemeyecektir bu tedavi biçimi.
Ancak psikoterapide durum oldukça farklıdır. Özellikle derinlik psikolojisiyle çalışan psikoterapistlerde bu durum kendisini daha çok gösterir. Diğer ekollerin tedavi yöntemlerinde de, hastayı davranış olarak yönlendirmeye çalışmakla, tavsiyelerde bulunmaya çalışmakla, onun algı düzeniyle ilgili yönlendirmelerde bulunmaya çalışmakla sonuç aynı noktaya vardır. Bu etki kaçınılmazdır. Ekolün kişi üzerindeki etkisine öre bu çatışmanın şiddeti değişir, yayılması şekil kazanır.
Psikoterapistlerce bilinen bir husustur kişinin kişisel yaşantısını en fazla etkileyen psikoterapi yönteminin psikanaliz olduğu. Nevrozun bir kişilik nevrozu olduğu temeline dayanır. Uyguladığı yöntemlerle kişiliği analiz edip, kişiliğin nasıl oluştuğunu, toplumla ilişki kurmada nerelerde sorun yaşadığını, bastırılmış duyguların nerelerde bulunduğunu, bastırmaların altındaki savunma mekanizmaların neler olduğunu, nasıl oluştuğunu, bunların nasıl çözüleceğinin çalışmalarını yapar. Bu çalışma, kişinin gündelik ilişkilerindeki alışkanlıkların değişmesini anlamaya çalışır ve sorunlu davranışları değiştirmeyi hedefler. Ve bu değişiklik o güne kadar o kişilik yapısına göre ilişki kurmuş olan insanların, değişen yeni yapıyla çatışması anlamına gelecektir.
Terapi bencillik mi aşılıyor?
Yeni davranış modeline çevrenin adapte olması için zaman geçmesi gerekir. Meselenin bu kısmında çok fazla sorun yok. Kişilik değişimine bir süre sonra toplum ayak uyduracaktır. Psikoterapistlerle birlikte algı dünyası değişen kişilerin olayları hayatı yorumlama tarzını değiştirir. Asıl mesele bundan sonra başlamaktadır. Daha kendini düşünen (bencil) bir karakterle karşı karşıya kalır genelde.
Kendi duygularını, kendi düşüncelerini önceleyen, toplumun taleplerini mümkün olduğu kadar erteleyerek hazlarının peşine düşen bir karakterle karşılaşılır. Toplumsal duyarlılıkların kısmen de olsa zafiyete uğradığı, ahlak, yardım severlik, iyi için mücadele etme, ihtiyacı olanı koruma gibi, toplumun bir arada yaşaması için gereken birçok ahlaki erdem kişi tarafından ciddi anlamda eleştiriye tabi tutulur. Kendi duygularına karşı acımasız olan ve onları sorgulayan kişi, benzer bir davranışı toplumla kendi talepleri karşı karşıya geldiğinde toplumu sorgulayarak yapar. Her davranışın altında başka bir duygusal eksiklik arama, duygusal neden arama konusundaki analitik tavır, kişinin, toplumda iyi erdemler olarak sayılabilecek davranışların altını oymasına neden olur.
Bu tavır, toplumun en hassas dengeleriyle oynanmasıdır. Kişisel bir tavır olarak başlayan süreç, psikolojinin hayata hâkimiyetini artırdıkça iyice yayılır ve toplumsal bir tavır olarak ortaya çıkar. İşte bireyselleşme denilen olgunun en tehlikeli tarafı da burada kendini gösterir. Bireyin haz talepleri o kadar çok öne çıkar ve kişi toplumdan o kadar soyutlanır ki, toplumun ihtiyaçları, talepleri, onun için çok fazla bir şey ifade etmez olur. Kendi hazlarıyla toplumun talepleri arasına sıkıştığında, davranışları kendine yontacak bir keser sapı arar her zaman.
Psikoterapistin toplumsal misyonu var mı?
Bu nokta psikoterapiste, uğraştığı alanla ilgili olarak sorumluluk yüklemektedir. Onun uğraştığı şey, bir ortopedistin yaptığına benzemez. O, hastanın kendisini değil, toplumla kurmuş olduğu bozuk ilişkiyi tedavi etmektedir…
Tedaviden ziyade düzenleme demek daha doğru bir tanım olur.
Sorulması gereken soru; bu düzenleme ne adına yapılıyor?
Merkeze ne alınarak yapılıyor?
Bu düzenleme tek taraflı yapılan bir şey değil. Bunun kişiyi ilgilendirdiği kadar toplumu da ilgilendiren bir boyutu var. Toplum hiç yokmuş gibi hareket edilerek yapılacak bu çalışmalardan psikoterapist, yaşadığı toplumla ilgili hiç sorumluluk almayacak mıdır?
Ayrıca bu değişiklikler en başta hasta tarafından çoğu zaman bilinmez. Hasta, ne süreci bilir ne de istediği şeyin ne anlama geldiğini. O, elinde olmayan şeyin acısını çekerken bunu yaşamanın ne anlama geldiği ve duygusal olarak bununla ilgili ödeyeceği bedel konusunda bilgisizdir…
Terapistin dini yükümlülüğü var mı?
Psikoterapistin, dindar bir birey olarak seans sırasında nasıl davrandığı dinen önemli midir? Bu tartışmaların topluma dönük bir tarafı olduğu gibi, kişinin iç dünyasıyla alakalı bir boyutu vardır.
Dindar birisi olarak psikoterapist, dini müeyyideleri uygulamakla ilgili olarak ne kadar mükellefse başkalarının hayatı konusunda da o kadar mükelleftir. Kendisinden istenen yardımların sonuçlarını o önceden tahmin edebilir ya da sürecin ortaya çıkaracağı savrulmaları ön görebilir. Hastasının din karşısında nasıl bir durumda kalacağı onun için önemlidir. Toplum psikoterapistten böyle bir şeyi beklemese de dini inancı ondan bunu bekleyecektir.
Dini müeyyide olarak iyiliği emretmek, kötülükten alıkoymak düsturu uyarınca, seans sonucunda kişilerde ortaya çıkacak kerih durumları engellemekle ilgili dini yükümlülüğe sahip olmalıdır. Hastasını tedavi etse de bunun sonucunda kişiyi dinen sakıncalı durumlar içine sokabilecektir. Bunu göre göre bir psikoterapistin olaya seyirci kalması hatta bunu meydana getirecek bir takım tavır ve davranışlara girişmesi dinen ne kadar doğrudur?
İçki içilmesini yasaklayan din, satışını da yasaklamıştır. Yahudiler için de benzer hükümler gelmiş, onlar kendileri içmemişler ancak satışını, ticaretini yapmışlardı. Bu durumla, içki içmeye karşı fobik anxiety[4] geliştirmiş bir hastayı tedavi etmek arasında bir fark yoktur. Psikoterapist bu işin üzerinde para kazanacaktır. Hastanın sorunu vardır ancak hastalık olarak değerlendirilecekse neye göre olacaktır. Kişinin panik atak rahatsızlığı geçirdiği için içki içememesi dinen bir hastalık mıdır?
Bir fıkıhçıya bu durum sorulmuş olsa, böyle bir hastanın tedavisine cevaz verir mi?
Kişinin günah içeren bir eylemi yapamıyor olmasını, özgülüğünün daraltılmış olması olarak görüp bu sorunun ortadan kaldırılmasının istenmesine cevaz verir mi?
Eğer bu mümkünse, psikoterapist seanslarında serbest davranabilir. Seanslardaki tüm sorumluluğu kişi üzerine yükleyerek, kendini olayın dışında tutup tamamen mekanik davranabilir. Ancak durum bu değil ve böyle bir eylemin yapılamasına fıkıh cevaz vermiyorsa, o zaman dindar psikoterapist psikoterapistliği konusunda dini inanışlarıyla sınırlıdır. Onun psikoterapistliğinin sınırını çizen daha üst başka bir katman söz konusudur.
Bu durum modern bilim anlayışına uymasa da ruhsal hastalıklar kümesinin de diğer hastalıklar gibi olmadığı unutulmamalıdır. Psikoterapist, daha önceden de bahsedildiği üzere psikolojik rahatsızlıklar ve tedavileri konusundaki tüm açmazları, soru işaretleri, kuşkuları zaten bilen kişi olarak, bu duruma karşı emniyet almayı istemesi doğaldır.
Kim kime referans olacak?
Bu yüzden dini inanışlarını psikoterapistliğin önünde değerlendirip psikoterapistliği dine referans eden bir tutum değil de tam tersine, dini psikoterapistliğine referans eden pozisyona dönüştürmek zorunda kalacaktır.
Dini bakış açısıyla psikoterapist, hastasına telkin edecek pozisyona yükseldiği için bu konuda da hassas davranması beklenebilir. Dindar birey olarak çevresinde meydana gelecek olumsuzluklara karşı duyarlı olacağı için -ki bu duyarlılık toplum menfaatleri açısından ya da dini hassasiyetlerden kaynaklanabilir- kişiyi bu anlamda yönlendirecek telkinlere girebilir. Bu durum psikoterapist olarak ne kadar mesleki etiğe uygundur ayrı bir husus, ancak dini kendisi için referans kaynağı olarak kabul etmiş bir psikoterapist bunu gayri ihtiyari yapacaktır.
Burası “dindar psikoterapistin” en hassas olduğu yerdir. Kendi dini inanışlarının sınırlarını olabildiğince iyi bilmek durumundadır. Aslında dindarlık konusunda hassasiyeti olan kişilerin kendi dinleri hakkında daha kuşatıcı bilgilere sahip olmaları gerekir. Ancak bu şekilde tedavilerinde daha özgür hareket edeceklerdir.
TERAPİ VE GÜNAH
Psikoterapi konuşmak değildir.
Psikoterapinin[5] tedavi edici tek yöntemi, sorunu teşhis etme yöntemi olarak da kullandığı ‘konuşma’dır. Bu konuşma, salt gündelik dilde kullanılan diyalog değildir. Biçimi, yapılanması, dinleyenin farklılığıyla tamamen farklı bir içerik arz eder.
İlk olarak, dinleyenin dinlediği kişiye karşı yargısızlığı esastır. Anlatan kişi kendisinin, anlattığı her ne olursa olsun yargılanmayacağını bilir ve öyle açar. Kimseyle paylaşmadığı en özel sırlarını orada açar. İşlediği ve düşünüp de yapamadığı tüm günahları orada itiraf eder. İtiraf ettikçe rahatlasa da sorunu çözecek olan kişinin iç dünyasına gömdüğü bu duyguların itiraf edilmesi değildir. Ancak böyle olduğuna dair yaygın bir kanaat vardır.
Kişi konuştukça kendi kişiliğini anlama noktasında derinleşir. Anlatmadığı ve bundan dolayı kendini suçlu hissettiği duyguların paylaşımı sonrasında rahatlama –katarsis- denilen durumu oluşturur. Bu geçici bir rahatlıktır. Sorunu asıl iyileştiren, psikoterapistin konuya yaklaşımıdır. Yargısızlığı, suçlamayışı kişinin rahatlamasını ve kendisiyle daha barışık olmasını sağlar.
İşte, burada bir dizi olay kendini gösterir.
Terapide ne konuşuluyor?
Burada anlatılan olaylar her ne kadar bunlarla sınırlı kalsa da (yani sadece itiraf etmiş olmakla), kişi açmış olduğu duygularla ilgili dinen sorumlu olacak mıdır?
Sosyal hayatta biriyle paylaştığında açıkça suçlanacağı bir durumu, terapi seansında anlattığında bunun dinle ilgili oluşturacağı herhangi bir sorumluluk söz konusu mudur?
Örneğin; babasına karşı öfkesini açığa vuran oğul, bu öfkesini psikoterapiste anlatmış olarak bir sorumluluk durumuna girmiş olur mu? Dinin anne ve babaya karşı geliştirdiği hassas tutumu göz önüne alırsak, terapi içinde kişi tarafından itiraf edilen nefret nasıl değerlendirilir?
Bir kez bunu açan oğul hemen her seansta artık bu öfkeyi rahat bir şekilde dışarıya ifade ediyor, babasına olan nefretini açığa vuruyorsa, bu durum anne babaya karşı dinin geliştirdiği hassasiyeti parçalamaz mı?
Başka bir örnek, eşcinsellikle ilgili duyguları olan birey yargılanmadığını gördüğünde ve psikoterapist bu duyguların çözümü içeriye bastırılmış olan her şeyi açığa çıkarmaya çalıştığında, bu duyguların itirafı bir anlamda günah çıkarma değil midir?
Terapi suçluluk hissini kaldırır.
Din, insanların bu dünyada işledikleri kötü fiillerle ilgili cezalandırmayı mahşere bırakırken, bunu bir psikoterapi seansında yapıp kişinin kendini suçlu hissettiği olayları ilgili bağışlaması dinen nereye oturacaktır? Bu tövbe mi olacak, yoksa sonraki olumsuz davranışlar için meşruiyet mi?
Çünkü kişinin hayat içinde yaptıklarından pişman olması onun hayat içindeki pozisyonunu belirleyecektir. Yaşantısında, daha sonra meydana gelecek eylemlerin nasıl şekilleneceğinde belirleyici olacaktır. Kişi kendini suçlu hissederek yaşadığında belki daha sorumlu, daha özverili, kendini affettirmek için daha iyi bir dindar olmaya çaba gösterecekken, iç dünyasından kaldırılan ya da azaltılan suçluluk duygusuyla, din ve dindarlık konusunda daha az hassas bir birey ortaya çıkabilecektir.
Bu seanslarda konuşulan birçok şey sorunla alakalı değildir. Psikoterapist ve hasta arasındaki ilişkinin yakınlaşmasına binaen oluşmuş diyalogun parçaları olarak ortaya çıkarlar. Bu yüzden seanslarda konuşulanlar, ‘dedikodu’, ‘gıybet’ hükmüne girer mi, sorusunu da sormak durumunda kalırsınız.
Kayınvalidesine, kayınpederine, görümcesine, kayınbiraderine olan öfkeyi sürekli olarak gündeme getirip, onların eleştirdiği davranışlarıyla alay eden, yargılayan gelinin, seans sırasında yaptığı bu davranışlar gerçekte tedavinin bir parçası mı yoksa birer gıybet midir?
Bunun bir tedavi biçimi olduğunu söylemek yapılan şeyi tamamen masum kılar mı?
Psikoterapi seanslarının -özellikle de psikanalitik seanslar- Hıristiyanlıktaki günah çıkarma eylemlerine benzeyen yanlarının olduğu bir gerçek.
Günah çıkarma odasında papazın, günah işleyen kişiyi yargılamaksızın onu Tanrı adına affetmesi, kişiye affedildiği hissini vererek kendinden kurtulmasını sağlıyor.
Terapi odasında da psikoterapistin hasta için yaptığı aslında aynıdır. Bu yargıya bir bilim adamı edasıyla hemen hayır demek mümkündür, ancak uygulamalarda buna benzeyen bir çok noktalar var.
İtiraf edilmiş her günahta yaşanan rahatlamayla (katarsis) papazın çıkardığı günahla suçluluk duygusu azalmış, yok olmuş kişi arasında benzerlikler yok mudur?
Terapist dinliyor ve bağışlıyor. Bu tür şeylerin hayat içinde var olduğunu söylüyor. Onu anlıyor ve bir anlamda onu affettiğini ona hissettiriyor.
AKTARIM
Psikoterapi görüşmelerinin niteliğini az çok bilenler bu görüşmelerin herhangi bir görüşmeye benzemediğini, her ne kadar sadece bir dinleme-konuşma faaliyeti gibi görülse de aslında meselenin çok farklı olduğunu bilirler.
Psikoterapi sohbet değildir.
Bu görüşmeleri herhangi bir sohbetten farklı kılan hususları bilmeyen birçok kişi, psikoterapistlere giden kişilere biraz da alaycı bir üslupla, “Ne diye gidip bir sürü para veriyorsun, gel bana anlat, ben dinlerim seni.” diyerek terapinin, konuşmak ve dinlemekten ibaret olduğunu, psikoterapistin; sorunu olan kişiyi dinleyen kişi olduğunu ve sorunu olan kişinin de sorununun konuşacak birisini bulup konuşamadığı için sorun yaşadığını düşünürler.
Psikoterapi görüşmesinin diğer tüm konuşma biçimlerinden farklı olduğunu anlayabilmek için bir psikoterapistle, 5–6 seans geçirilmesi yeterli olur. Tabi bu öngörü psikanalitik görüşmeler için daha uygun duruyor. Derinlik psikolojisinin terapi yaklaşımı diğer ekollerden daha farklıdır ve bu fark, psikoterapist ve hasta arasındaki ilişkiyi de daha farklı hale getirir.
Davranışçılar ve aktarım duygusu.
Davranış ekolündeki bir psikoterapistle hasta arasında herhangi bir duygusal ilişki gelişmez. O görüşme, hastanın kendi hayatındaki sorunları anlatıp psikoterapistten tavsiyeler alacağı bir görüşme alacaktır. Psikoterapist bu sorunlarla ilgili eğitim almış birisidir ve sorunları hakkında ona bulunacağı birkaç tavsiyeyle (onun bilmediği) çözümde ona rehber olacaktır. Bu nedenle görüşmeler oldukça yalın ve yüzeysel geçer. Tüm görüşmeler sorun odaklıdır. Problemi olan kişiyle geçen görüşmelerde, hastanın sorununa bedensel rahatsızlığa yaklaşılır gibi yaklaşılır. Bu yüzden görüşme mekaniktir ve duygu içermez. Kişiyi değil, sorunu anlamaya yönelmek terapinin seyrini ister istemez bu noktaya kayar.
Bilişsel terapi ve aktarım duygusu.
Bilişsel psikoterapide ise yine sorun merkezli yaklaşıldığı için benzer bir tablo söz konusudur. Ancak yine de davranış ekolündeki seanslar kadar mekanik değildir. Kişi bireysel görüşmelerde zihni farkındalıkları için çabaladıkça zaman ilerler ve hasta psikoterapist arasında bir duygu aktarımı azda olsa yaşanır. Ancak bu aktarım sorun çıkartacak kadar büyük değildir. Bu ilişkilerdeki duygusal aktarımlar, büyük bağlanımlar ortaya çıkartmaz.
Psikodinamik terapiler ve aktarım duygusu.
Ancak derinlik psikolojisinin (psikanaliz) yöntemleriyle hareket eden bir görüşmenin yapısı farklıdır. Psikoterapist, hastanın sorununu farklı bir noktadan ele aldığı için görüşmeler bu algı üzerine yapılandırılır ve süreç yoğun duygusal aktarımlara sahne olur. Derinlik psikolojisi Türkiye’de hemen her psikoterapistin az ya da çok kullandığı bir yöntemdir. Psikoterapistlerin bazısı yöntem olarak benimsemediği, bazıları bilmediği, bazılarıysa çok uzun sürdüğü ve sonuç almanın uzun sürelere dayandığı gerekçesiyle kullanmaktan kaçınırlar.
[1] Nedeni genellikle psikolojik etmenlerden kaynaklanan, kadınlara ait cinsel işlev bozukluğu. Bu bozuklukta vajinanın, dış üçte birindeki kaslarda, tam birleşmeyi engelleyecek, yineleyici bir biçimde ya da sürekli olarak istem dışı spazmın olması durumu. Bu spazm nedeniyle penis ve vajina arasında tam birleşme sağlanamaz.
[2] Freud’un psikanaliz içinde geliştirdiği iki temel kuram vardır. Yapısal kuram; id, ego ve süper egodan oluşur. Topografya kuramı ise; bilinç, ön bilinç ve bilinçaltı süreçlerinden oluşur. İd; zihnin benlik-ego-, üst benlik -süper ego- birlikte üç katmanından biridir. Ve gerçeklerle sınırlanmamış kör arzular ile haz ilkesinin belirleyici olduğu içgüdüleri içeren bilinçdışı katmandır. Süper ego; zihnin ilkel belikle –id- birlikte üç katmanından biridir ve benliğin ilkel içgüdüsel dürtüleri kabullenme eğilimi göstermesi karşısında devreye girerek baskı, kaygı ya da cezalandırma gibi fonksiyonları yerine getiren, bu suretle kişiyi kendi davranışlarını sosyal normlara göre değerlendirmeye iten katmandır.
[3] Kişinin terapiste yansıttığı davranışların yorumlanarak, yardım alana geriye yansıtılması.
[4] Kaygı bozukluğunun belirli bir alana odaklanması. Örneğin yalnız başına sokağa çıkma kaygısı.
[5] Ruhsal ya da zihinsel bozuklukların psikanaliz, inandırma, ikna ve aşılama yani telkin gibi çok çeşitli psikolojik yöntemlerle tedavi edilmesi