ALDATMA
Kadın erkek ilişkilerindeki en önemli sorunlardan biridir, aldatmadır. Kadın ya da erkeğin, eşinden/sevgilisinden gizli başka bir ilişki yaşamasıdır. “İlişki” kelimesi her birimiz için ayrı anlamlara sahiptir. Bu nedenle “aldatmanın” ne olduğu, yine her birimiz için ayrı bir anlama sahiptir.
Cinsellik olduğunda mı aldatma olur, yoksa başka birine duygu hissettiğimizde mi? Duygu ya da cinsellik paylaşımı olmasa da, eşimizden gizli olarak başka bir karşı cinsle iletişim kurmak da aldatma olarak değerlendirilebilir mi?
Konuyla ilgili herkes kendine göre bir tanım yapıp, sorunun çerçevesini belirler. Uzmanların da kafası karışık… Aldatmanın ne olduğu ya da ne olmadığı hususu, net bir çerçeveye yerleşmiş değil.
Önceki yıllarda daha seyrek görülen (belki de sıktı ancak aldatmanın üzerindeki psikolojik-toplumsal baskı çok yoğun olduğu için ortaya çıkmıyordu) aldatma davranışı, son yıllarda hız kazandı. Özellikle internetin hayatımıza girişiyle bu süreç çok hızlandı, aldatmaların olduğu ilişkilerin sayısı katlanarak artıyor.
İnternetin bize sunduğu en büyük imkân, iletişim becerileri düşük olan kişilere daha güvenlikli bir alan ve daha çok sayıda insanla görüşme olanağı sağlaması oldu. Özellikle de internet karşı cinsle ilişkilerde zorlanan kişiler için büyük fırsat oluşturdu. İnternetin aldatmaların sayısını artırmış olmasının nedeni de bu. Kişi hem çevreden korunaklı bir alan oluşturuyor, daha kolay gizlenebiliyor, hem de iletişim sorunu yaşayan kişilere kendilerini ifade edebilecekleri bir ortam oluşturuyor.
Aldatılmak
Aldatılma, ilişki içinde telafisi zor travmalardan biridir. Kişinin ilişkiye olan bağlılığı, karşısındakine olan güvenini, karşı cinse ve diğer insanlara olan güvenini ve en önemlisi kendine olan güvenini yıkan bir davranış/süreçtir.
Dışarıya yansıyan, aldatılmışlığa yeteri kadar tepki göstermeme davranışlarından yola çıkarak, kişinin bu olaydan etkilenmediği yorumuna gidilmemelidir. İlişkiyi ve karşımızdakini kaybetme korkumuz, aldatılmaya gerçek anlamda tepki vermemizi engeller.
Aldatma durumu ortaya çıktığı andan itibaren, aldatılmışlık bir ur gibi beyne saplanır. Kişinin zihin ve duygu dünyasına olan etkisi, çok bağlı olduğunuz bir yakını kaybetmekle eş değerdir. Nasıl ki birini kaybettiğimizde, onun yokluğu düşüncesi, yokluğu hissi sürekli bizimle birliktedir, aldatılmış olmak da duygu ve düşünce olarak günün her anında bizimle birliktedir. Onu unutmaz, unutamayız.
Aldatılmış pek çok kişi ilişkiye kaldığı yerden devam etmek ister ve bu nedenle, aldatılmış olduğu düşüncesinden, bu düşüncenin kendisine verdiği kötü histen, kurtulmaya, güven duygusunu yeniden oluşturmaya çalışır. Ancak bu beyhude bir çabadır. Ne yaparsak yapalım durum değişmez.
Aldatmanın yarattığı travma ilişkiyi kaybetme korkusu azaldıkça kendini açıkça ortaya koyar. Bu bize, aldatma sonrası sürecin ne kadar derin ve uzun süreceğini gösterir.
Kişi ilişkide diğer davranış sorunlarını (yalan, şiddet, hakaret vs) anlık bir davranış sorunu olarak görse de, aldatılmayı böyle göremez. Bunu böyle görmek istese de yapamaz. Davranış sorunları çoğu zaman bilinçsiz ya da yarı bilinçli bir şekilde ortaya çıkar. Bilinçli olanlar da kişilik yapımızı ilgilendiren, bir cinsel kimlik olarak kendimizi tehdit altında hissettiren davranışlar olmadığı için bunların yarattığı olumsuz etkinin üstünü örtebiliriz. Ancak aldatma bilinçli bir süreçtir ve anlık bir durum değildir. Bu nedenle, kişiler affetmek istese, yaşadığı o olayı yok saymaya, geçmeye çalışsa da, iç duyguları, bilinçaltı bunu geçemez. Yok sayamaz.
İlişki yoluna girdikten sonra aldatılan tarafın konuyu sürekli gündeme getirmesine aldatan taraf tepki gösterir, ancak şu unutulmamalıdır ki bu düşünce ve duyguları hissetmekten en fazla aldatılanın kendisi rahatsız olmaktadır. Bu duygudan en çok aldatılan taraf kurtulmak ister, ancak kendini kurtaramaz. Karşısındakinin bilinçli olarak böyle davranışı sergilemiş olmasına, böyle bir sürecin içinde olmuş olmasına tahammül edemez. Aldatmayı anlık bir kusur, hata gibi algılayamaz. “Beni aldatmışsa beni sevmiyor demektir, önemsemiyor, değer vermiyor, diğer kişiyi seviyor, önemsiyor demektir” diye düşünmekten, değersizlik, tercih edilmişlik duygusundan kendini kurtaramaz. Aldatılmış olmayı karşısındakinin bilinçli bir eylemi olarak algılamak, kişinin, karşısındakini de ilişkiyi de derinden sorgulamasına neden olur. Aldatılan kişinin güvenlik duygusu tamamen ortadan kalkmıştır. Bu hem kendini güvende hissetme hem de karşısındakine güven duyma anlamında böyledir. İlişkiden kendini geriye çeker ve bir daha bırakmaz, bırakamaz. Sürekli bir tedirginlik ve aşırı bir dikkat durumu ortaya çıkar. Bu da sürekli gerginlik demektir. Her an benzer bir olayın yaşanacağıyla ilgili endişe ya da acı verecek başkaca bir olumsuzluğun ortaya çıkacağı ile ilgili korku kişiye hakim olur. Bu geçici duygu/davranış durumu bir süreç değildir, karşısındaki yıktığı güveni yeniden tesis etmediği sürece devam edecektir.
Zaman ilerledikçe bu duygu/davranış durumu kişi tarafından o kadar çok içselleştirilir ki, kişi bu tedirginliği, güvensizlik durumunu fark edemez olur. Sürekli tedirgin, gergin bir ruh durumu vardır, ancak bunu fark edememektedir. Ancak fark edemese de bu tedirginlik ve gerginlik olumsuz sonuçlarını kişiye hem psikolojik hem de fizyolojik olarak yaşatır.
Aldatılan tarafı zorlayan bir başka düşünce, hiçbir şeyin bir daha eskisi gibi güzel olmayacağı düşüncesidir. Aldatılmayı aklından, ruhundan çıkaramadığı için bundan sonra da çıkaramayacağını, bunu unutamayacağını, aldatılmadan önceki duygu durumuna bir daha geri dönemeyeceğini, bir daha sevemeyeceğini, bir daha kendini bırakamayacağını, bir daha aşık olamayacağını, bir daha kimseye bağlanamayacağını ve en önemlisi bir daha hiç kimseye güvenemeyeceğini düşünür. Bu duygu/düşünceyi hissetmek, aldatılan kişiyi gelecekteki yaşamı için umutsuzluğa sokar, üzer. Çünkü artık bu duygular ve düşünceler hiç geçmeyecek, ömrü boyunca var olacak ve ona eşlik edecektir. Ve o mutlu olmayacaktır.
Aldatılan kişi bu olayın yaşanmamış olmasını diler hep, ancak bu mümkün olmaz. ‘Uyusun, uyansın ve bu olay hiç olmamış gibi olsun’ ister, bunu diler, rüyalarında görür, ancak gerçek gerçektir ve hiçbir zaman geriye dönüş yoktur. Bir kez yaşanmıştır ve hiçbir şey bu durumu değiştirmeyecektir. Karşısındakinin pişmanlığı, özür dilemesi, ağlaması bir şeyi değiştirmeyecektir. Değişen tek şey, karşısındakinin pişmanlığı ve üzüntüsüyle birlikte azalan öfkesidir. Ancak aldatılan tarafın içindeki parçalanmışlıklar asla düzelmez. Her şeyin eskiye dönmesini en çok kendisi isteyecektir ama bu olmayacaktır. Aldatılmış olduğu gerçeği ve bununla yaşamak zorunda olduğu düşüncesi, üstünden atlayamayacağı kocaman bir kaya gibi önüne dikilmiştir. Yok sayamayacağı, mazeret geliştiremeyeceği bir durumla karşı karşıyadır. Sebepler arar, hafifletmek, karşısındakini affetmek, her şeyi geçmişe döndürmek için, ancak düşündüğü hiçbir mazeret bunu sağlamaz. Atlayamadığı gerçek öylece ortadır.
Aldatılmış olan kişiler yaşadığı bu elim olayı çevreleriyle paylaşmakta çok zorlanırlar. Aldatılmış olmayı kendileri için bir eksiklik, kusur olarak görürler. İnsanların onu aşağılayacağını, zavallı biri olarak göreceklerini düşünürler. Böyle düşünmeyeceklerini bilseler de en yakınlarıyla bile paylaşmakta zorlanırlar. Bu zorlanmanın nedeni çevre tarafından yargılanma korkusu olsa da, daha derinde, ilişkiyi kaybetme korkusudur. Bu olayı çevresine açıklarsa, aldatılmış olduğu gerçeği bir gerçek olarak yüzüne çarpacaktır bir kez daha. Açıklamadığı sürece, aldatılmış olmak ilişki içindeki bir sorun olarak kalacak ve karşıdaki, hatasını anlayıp, pişman olduğunda mesele kapanacak ve ilişki kaldığı yerden devam edecektir. Ancak paylaşırsa, çevre bunu bilirse bu olay olmamış gibi davranamayacaktır. Çevreyle paylaşmamanın en önemli nedeni; kişinin ilişkiyi kurtarmaya çalışması, ilişkiyi kaybetmekten korkmasıdır. Kişi bu şekilde davranarak gerçekliği inkar etmeye ve bir an önce geçmişe dönmeye çalışmaktadır.
Aldatılmış olan kişinin düşünceleri de duyguları da “ikiye ayrılmış” gibidir. Bir yanı ilişkiyi, karşısındakini ister, aldatılmış olduğu gerçeğini kabul etmek istemez, diğer yanı ise derin bir kırgınlık, hayal kırıklığı, öfke, güvensizlik yaşar. Kişi bu iki duygu durumunun arasında sıkışır kalır. Bu derin bir çatışmadır. Bu çatışma kişinin yaşadığı gerçekliği reddetmeye çalışmasına, aldatılmış olduğu gerçeğini ortadan kaldırmaya çalışmasına neden olur. Kaybetme korkusu azaldığında, ilişkiyi elinde tuttuğunu hissettiğinde, canını yakan diğer duygular öne çıkar ve bir kurt gibi kişiyi kemirir.
Güvensizlik insanı hırpalar. Kırgınlık insanı üzer. Ancak, arzu ve güvensizlik arasında sıkışmış olmak, güvensizliğin, kırgınlığın kendisinden daha büyük acı yaşatır kişiye. Kişi ne yapacağını bilmez bir haldedir, nereye sığacağını bilemez. Çözülmez bir denklemin ortasında kalmış gibidir. Aldatılmış olmak damarlarından akan bir kan gibi tüm vücudunda dolaşır kişinin ve kişi bedeninin her zerresinde bu duyguyu hisseder. “Her şey olabilirdi, ama bu olmamalıydı” düşüncesi zihnine saplanmıştır, atamaz.
Aldatmak
Aldatılan kadar aldatan tarafın da ilişkiye ve kendine bakışında olumsuzluklar ortaya çıkar aldatma davranışı sonucunda. Bu olumsuzluklar kişi tarafından tam olarak algılanamaz, ancak süreç içinde dikkatli şekilde analiz edildiğinde, kişi bunları görmek isterse fark eder.
Aldatan aldattığı kişiye karşı bazen farkında olduğu bazen de farkında olmadığı “suçluluk” hissi yaşar. Çoğu zaman bir gerekçeyle üstünden atmaya çalışsa da, suçluluk duygusu maskelenmiş şekilde kişinin içinde var olur ve bu duygu davranışlarına yansır.
“Bunu hak etti!”
“Ben onu seviyorum, bu bir aldatma değil, anlık bir şeydi…”
Gibi savunma cümlelerini kendimize geliştirsek de, bunların hepsi hissettiğimiz suçluluğun sonucudur. Karşımızdaki ne yaparsa yapsın bizim onu aldatmamızı meşrulaştırmaz, bu bencil davranışa gerekçe olamaz. Öfkemizi, sorunumuzu bu şekilde tatmin etsek de, iç dünyamız bu gerçeği kaldıramaz.
Suçluluk duygusu hissettiğimizde karşımızdakinin gözlerine bakamayız. Herkesle göz kontağı kurarken partnerimizle bunu yapamayız. Gayri ihtiyari gözlerimizi kaçırırız. İçimizdeki gerçeklikle yaşadığımız, dışarıya yansıttığımız aynı olmadığında ortaya çıkan çelişki, gözlerimizden dışarıya bu şekilde akseder. İçimizdekini saklama ihtiyacıyla, görünmesiyle ilgili korku arasına sıkışmak gözlerden kendini dışarıya vurur.
İçimizdeki duyguları gözlerimizle saklama ihtiyacı hissetmiyorsak, duygularımızı yalıtmışız demektir. Geliştirdiğimiz savunma mekanizmalarıyla duyguları önemsemeyen bir tutum geliştirmişiz demektir. Duyguların, ilişkilerde çok önemli olmadığı ile ilgili duygusal/düşünsel bir savunma durumuna geçmişizdir.
Bu tutumun bize getirisi ise çok ağırdır. Duygusuzluk… Bizim ilişkilerimizde duygusal bir erime yaşamamıza, ilişkilerin bizim için öneminin azalmasına neden olur. Bağlılık azalır. Duygusal derinlik azalır. Giderek duygularda haz kaybı yaşanır. Yaşadığımız şeylerden haz alamamaya başlarız ve haz duygusunu sadece heyecan üzerinden yaşayabilir hale geliriz ki bu da uzun vadede psikolojik bozuklukları beraberinde getirir. İçsel bir yalnızlık, duygularımızı hissedememe, kendimizi tamamen işe vermek gibi davranışlarla gösterir kendini bu durum.
Aldatan taraf ilişkilere kendi gözünden bakar. O aldatıyorsa herkes de aldatıyordur ya da aldatabilecek potansiyele sahiptir. Böyle düşünür. Bu nedenle ilişkilere karşı güvensizlik geliştirir. İlişkilere bağlanmaktan, kişilere güvenmekten kaçınır. Bu nedenle ilişkilerde açık olmaz, kendini korumaya çalışır. Bağlanmamaya çalışır, kendini bırakmaz, bu da uzun soluklu bir yalnızlık demektir. Aldattığını kabul etmediği, sorunu kendi üzerine almadığı sürece de karşısındakilerle ilgili geliştirdiği bu olumsuz ön yargıyı değiştiremez, ilişkilerde mutsuzluğunu, yalnızlığını gideremez. Farklı ilişkiler denese de sonuç hep benzer olacaktır.
Aldatan, yaşadığıyla dışarıya aktardığı gerçekliğin farklı olması nedeniyle kendini suçlu hisseder. Çelişkinin yarattığı suçluluk duygusunu ortadan kaldırmak için savunma geliştirmek zorunda kalır. Aksi takdirde hem aldatıp hem de kendini suçlu hissederek bu süreci yaşayamaz. Kendinizi suçlu hissederek yaptığınız, yaşadığınız şeylerden haz alamazsınız. En sık kullanılan savunucu düşüncelerden biri, kişinin kendisinin yaptığı olumsuz bir davranışı başkalarına genellemesidir. Bu genellemeyi yapmaz, sorunu sadece kendi sorunu gibi algılarsa kendini suçlu hissedecektir. Aldatan kişilerdeki genelleme sorunu bu şekilde ortaya çıkar. Onun tüm ilişkilere olan güvenini ve bağını olumsuz etkileyen bu düşüncenin kaynağı kendi suçluluk duygusuna karşı geliştirdiği bu savunma mekanizmasıdır. Kendini suçlu hissetmemek için geliştirdiği savunucu düşüncenin bedeli, suçluluk duygusunun verdiği hasardan çok daha derin olur ancak kişi anlık çözümü ön gördüğü ve uzağı göremediği, bunu hissedemediği için fark edemez.
Herkes onun gibidir ve insanlar güvenilmezdir. Bu düşünceler, kişinin güven –güven duygusunun yitirilişi kişide çok daha derin bir psikolojik sorunu yaratır; kendini güvende hissetmemek. Bu, kişiye etkisi çok daha derin bir sorundur, kişi sadece karşı cinsle ilişkilerinde değil, gündelik hayatın tümünde bir güven sorunu yaşar- duygusunu tamamen yitirmesine neden olur. Bu güven kaybı, aldatılan tarafın hissettiği güven kaybıyla aynıdır. Aldatılan, karşı taraftan gördüğü davranışla bu güvensizliği yaşarken, aldatan taraf suçluluk duygusundan kaçındığı için geliştirdiği savunucu düşünceler nedeniyle bir güven sorununa yakalanır. Bu kısım önemlidir. Çünkü ilişkilerde dikkatimizin kesildiği yer aldatılan tarafın yaşadığı acı, üzüntü, güven kaybı sorunudur. Aldatma sorununu sadece aldatılan tarafın sorunu olarak görmek meseleyi yeterince sağlıklı kavramamıza engel olur. Aldatan tarafın iç dünyasında yaşadığı bu sorunlar o an için ortada görünmese de uzun vadede ilişkiye yansıyacak ve ilişkiyi bozacaktır. Ya aynı sorunlar yine yaşanacak ya da iki tarafın güven sorunları derinleşecektir. Aldatılan aldatandan daha zorda değildir, ancak biz aldatılan açısından baktığımız için bunu fark edemeyiz.
Aldatmanın bir ilişki sorununun sonucunda ortaya çıktığını ve konuyla ilgili alınması gereken bir sorumluluk varsa iki tarafın da sorumluluğu alması gerektiğinin göstergesidir, bu tablo.
Aldatan tarafın mutlu, aldatılan tarafınsa mutsuz olduğu önermesi, eksik ve yanlış bir yorumdur. Aldatan taraf kendini içten içe erittiği, hiçleştirdiği bir süreç yaşar. Aldatılmış olanın sorunu daha açıktadır. Hissedebildiği bir acıyı yaşar ve bundan kurtulmak için yardım alır. Ancak aldatan tarafın sorunu geliştirilen savunma mekanizmaları nedeniyle bastırılmıştır ve kişinin bunu görmesi çok zordur. Bu da çözümü oldukça zor bir sorun demektir. Aldatan taraf bu sorunu üstüne alıp, kendini anlamadığı ve sorunlarını çözmediği sürece sorunlu ve mutsuz bir hayat yaşar. Bu mutsuzluğunu anlamak yerine farklı ilişkilerde heyecan duygusu üzerinden mutsuzluğunu gidermeye çalışır. Heyecansa kısa sürelidir ve ilişki rutine girdikten sonra biter, bu da kişinin duygularının azalması ve ilişkiden soğuması demektir. Heyecan üzerinden ilişki yaşamak, her başlanılan ilişkide sanki bu ilişki doğru ilişkiymiş beklentisi, hissiyle başlamak kişiyi yorar. Bunun anlamsız olduğunu fark etmesi ve bu sorunun üstüne gitmesi ise uzun zaman alır.
Aldatmak suç değildir
Aldatma, ilişkiye en fazla zarar veren, tahribat oluşturan davranışlardan biridir. Hatta en önemlisidir. Önceleri ayrılık gerekçesi olarak görülmese de, artık ilişkileri bitiren önemli bir nedene dönüşmüş durumdadır.
Aldatma kanunlarımızda bir ilişki suçudur, ancak cezai bir müeyyidesi yoktur, kadın erkek ilişkileri açısından bir haksızlık, mağduriyet olarak değerlendirilir. Bu nedenle hukuk önünde kişiyi mağdur, haklı kılar. Tazminat gerektirir. Mahkemede kişiyi aldatan tarafa karşı avantajlı kılan bir süreçtir.
Aldatmayı değerlendirme biçimimiz, bunu nasıl algıladığımızı ve onunla ilgili nasıl bir tavır alacağımızı gösterir. Toplumsal kültürde aldatma, bir suç, kusur, büyük bir ayıp, ihanet olarak algılanır ve yargılanır. Aldatma davranışına bu şekilde bakmak, ilişkiyi doğru algılamamak demektir.
Aldatma sadece bir davranıştır. Karşımızdakine açıkça tacizde bulunmadığımız sürece, başka biriyle yaşadığımız bir ilişkiyi birlikte olduğumuz kişiye işlenmiş bir suç olarak görmek doğru bir yaklaşım değildir. Kişiler hayatlarında özgürdür, özgür olmalıdırlar. Aldatma davranışında sorun, başka bir ilişkinin yaşanması değil, bu ilişkinin gizli yaşanmasıdır. Ancak aldatma da yargılanan durum ilişkinin gizlenmesi değil, ilişkinin yaşanmasıdır. Bu yargı da durumun doğru algılanmasını, sorunun çözülmesini engeller.
Aldatmayı bir ihanet olarak görmekse daha büyük bir sorun yaratır ilişkide. Sadece kişinin süren ilişkisinde değil, yaşayacağı sonraki ilişkilerde de büyük sorunlar ortaya çıkartır. Bu davranışa karşı bu denli bir tepki geliştirmek, kişinin ilişki içinde de ilişkiye zarar verecek tutumlar geliştirebileceğini işaret eder. Aldatılma korkusu ya da olağan davranışları aldatma olarak değerlendirmek, aşırı kuşkuculuk, alınganlık bu sorunlu davranışlardan sadece biridir.
Aldatmanın ortaya ilk çıktığında aldatılan bunu kendinin eksikliği, başka birinin kendisine tercih etmesi olarak algılasa da, aldatmak aldatan kişinin kendiyle ilgili bir sorundur. Ancak kendimizle ilgili sorunlar nedeniyle bu davranışı kendimize yapılmış bir davranış olarak algılarız. Kendimize güvensizlik, kendimizi değersiz, yetersiz hissetme, yalnızlık korkusu, bağımlılık sorunu gibi kişilik yapımızdan kaynaklanan sorunlar aldatmayı üstümüze almamıza, bize yapılmış bir davranış olarak değerlendirmemize neden olur.
Alınganlığı yüksek olan kişiler -kendine güvensizliğinden ötürü- karşı tarafın davranışını kendine göre yorumlar ve bu yorumlar kendisinin önemsenmediği, değer verilmediği, sevilmediğiyle ilgilidir. Kişi kendine nasıl bakıyorsa karşı tarafın davranışlarını da bu düşünce/duygu üzerinden değerlendirir. Kişi kendini değersiz görüyorsa herkesin kendisi hakkında böyle düşündüğünü düşünür. Bu konuda kuşkuları olan biriyse karşısındakileri sürekli izler, değer veriliyor mu verilmiyor mu diye. Bu da kişinin farklı niyetlerle yaptığı davranışlara kendimizce anlamlar yüklemek demektir. Bu nedenle aldatmaya karşı gösterilen yoğun tepkilerden biri de kişinin bunu bir tercih edilmek olarak algılamasıdır ki bu doğru bir algılama değildir. Bu kendimize olan güvensizliğimizin, kendimizi değersiz hissetmemizin bir sonucudur. Bu davranışı karşımızdakinin kişiliğini göstermesi açısından değil de bize karşı yapılmış bir ihanet, suç olarak görürsek aldatmayı ortaya çıkaran asıl sorunun zeminini kaybederiz. Böyle baktığımızda aldatma, gerekleri yerine getirildiğinde affedilebilir bir suç olarak değerlendirilir. Bu davranışı böyle görmek daha sonrasında benzer davranışların tekrarlanmasına neden olacaktır.
Aldatmak bir suç, ihanet değildir. Karşımızdakini sevmediğimizi, önemsemediğimizi, ona değer vermediğimizi -kişi aksini söylemediği sürece- göstermez. Aldatmak “benmerkezci” bir kişiliğin ortaya çıkardığı bencil bir davranıştır. Bu davranışı sergileyen tarafın, karşısındakinin duygularını anlama, empati, karşısındakinin varlığını ilişkinin içinde kabul etme gibi yetilerinin olmadığını gösterir.
“İnsan ‘ne ise o’ olmayı reddeden tek yaratıktır.”
Albert Camus
YALAN
Yalan, karşımızdakine, gerçeklikten farklı bir varlık alanı sunmaktır. Kendimize göre ürettiğimiz, ancak gerçekte var olmayan bir varlık alanıdır. Sahtedir.
Yalan, karşımızdakinin tüm güvenlik alanlarını sarsar, en temelde ise kendini güvende hissetme duygusunu zedeler. Güven duygusunu, neden-sonuç ilişkileri üzerine kurarak oluştururuz. Biliyoruz ki yer çekimi var. Biliyoruz ki rüzgar bulutları taşır, bulutlar da yağmurları. Biliyoruz ki dört mevsim yaşıyoruz ve bunların hepsinin ayları belli. Kendimizi ona göre hazırlarız. Kurduğumuz ilişkilerde de kimin, bizimle ilgili ne hissettiğini biliriz, buna göre hareket ederiz. Bunlar gerçeklikle kurduğumuz ilişkinin sonucunda ortaya çıkar. Neyin, ne zaman ve nasıl olacağına dair ön görülerimiz yaşadığımız gerçeklik sonucu oluşuyor, bunlara göre beklenti geliştiririz. Kendimizi bu gerçekliğe göre konumlandırırız. Buna göre davranışlarımızı belirleriz.
Yalan, ilişkiyle ilgili gerçekliğimizi alt üst eder. Muhatap olduğu kişinin karşısındakine güvenini zedeler, daha da önemlisi kişinin kendini güvende hissetme duygusu zarar görür. Ne yapacağını bilemez. Çünkü gerçeğin ne olduğunu bilmiyordur.
Yalanı sadece anlık bir davranış olarak algılamak, onu yanlış algılamaktır, bu yorum yanıltıcıdır. Karşımızdakinin sadece söylendiği zaman tepki gösterdiği, sonrasında unuttuğu bir davranış olarak algılanır. Oysa yalan, ilişkideki genel gidişatı belirleyen, bilinçaltı bir süreçle davranışlarımızı, ilişkiyle ilgili tutumlarımızı belirleyen bir sürece dönüşür. Bir kez yalan söylenmişse, bunun her zaman söyleneceği kaygısını yaşarız. Yalanın hangi sebeple söylendiği, gerekçesi durumu değiştirmez. Çoğu zaman gerekçeyi önemsemeyiz. Önemli olan yalanın kendisidir, söylenmiş olmasıdır.
Yalan söylendiğinde kendimizi kandırılmış hissederiz. Öyle görmese de, karşımızdakinin aklımızı küçümsediğini hissetmemize yol açar. Bu boyutuyla, kendimize olan saygımızı zedeleyen bir yanı vardır.
“Nasıl oldu da anlayamadım?” ya da
“Beni salak mı zannediyor?” ya da
“Ben bu kadar aptal mı görünüyorum onun tarafından?” düşüncelerinin gelişmesine neden olur. Bu düşünceler zaman içinde kendi duygularımıza karşı güvensizlik yaratır. Hiç beklemediğimiz bir anda ortaya çıkan bu davranışı tahmin edememişsek, kim bilir daha neleri göremiyor ya da yanlış anlıyoruzdur.
Yalanın şiddetine göre, bu düşünce ve duyguları çevremizdeki diğer insanlarla ilişkilerimize de genelleriz. Onlar hakkında da yanılma korkusu yaşar, ilişkilerimizle ilgili kuşkuya düşer, ilişkilerimizi sorgularız.
Yalana muhatap olduğumuzda, o ilişkiye ait olan tüm duygusal bağı geri çekmeye çalışırız. Ya savunma mekanizmaları geliştirerek ilişkiyi devam ettirmeye çalışırız ya da sürekli kuşkulu bir bekleyiş içinde oluruz.
Bir ilişkiden beklentimiz ne kadar yüksekse, güvenlik ihtiyacımız da aynı oranda artar. Karşı cins ilişkileri hayatımızdaki en önemli ilişkiler olduğu için –kayıp sendromları içinde en yıkıcı olan “eş yoksunluğu” sendromlarıdır-, güvenlik ihtiyacının en yüksek olduğu ilişkilerdir. Bu nedenle yalana tahammülü olmayan bir ilişki biçimidir.
Neden yalan söyleriz?
Yalanı yaşadıklarımızın, hissettiklerimizin, düşündüklerimizin sorumluluğunu almakta zorlandığımız zaman söyleriz. Kendi taleplerimizden vazgeçemediğimiz ama bunların sorumluluğunu da alamadığımız bir çatışma durumuna, egomuzun getirdiği bir çözümdür.
“Yalan söylemek” bir kişilik özelliği olarak değerlendirilmelidir. Kişinin olaylar karşısındaki genel tutumunun bir aynası olarak görülmelidir. Yalanı sadece yalan söylenilen kişiye karşı ya da sadece münferit bir duruma karşı yapılmış bir davranış olarak algılamamak gerekir.
Yalana başvurma nedenlerimize genel olarak kısaca göz atarsak;
Kaybetmekten korkmak,
Eleştirilme, suçlanma, yargılanma korkusu,
Karşısındakine kendini sevdirme–abartarak anlatmak-,
Kendine ait bir hayal dünyasında yaşanması vs…
Kendini sevdirmek için ya da eleştirilme, suçlanma, yargılanma, kaybetme korkusuyla yalan söylemek; ilişkileri tedirgin eder, güvensizlik oluşturur. Hayal dünyasında yaşayan ya da abartılmış benlik algıları bulunan kişilerin bu durumunu zaten dışarıdan gördüğümüz için tedirginlik oluşturmaz. Gerçek olan onun o halidir. Bir süre sonra onun yeni bir durumu, yeni bir haliyle karşılaşmayız, bu nedenle güvensizlik de yaşamayız.
Kaybetme, eleştirilme, suçlanma, yargılanma korkusu ve kendimizi sevdirmek için söylediğimiz yalanlar karşımızdakini çaresiz bırakır. Karşımızdaki nasıl davranacağını bilemez. Bir sabun gibi ellerinden kayıp gideriz. Çünkü sorgulandığımızı, tepki göreceğimizi hissettiğimizde, var olan gerçekliğin bize olumsuz olarak geri döneceğiyle ilgili bir endişeye, korkuya kapıldığımızda yalana başvuruyoruzdur. Karşımızdaki kendisi gibi davranmakla yalanla karşılaşmak arasında sıkışır kalır. Ya kendinden vazgeçecektir ya da yalanın yarattığı güvensizlikle yaşamak zorunda kalacaktır.
Turgay’ın öyküsü bir tek yalanın, nasıl bir yalanlar zincirine yol açtığını, bunun da ilişkiyi nasıl tükettiğini göstermesi açısından ilginçtir.
Turgay Sevcan’la flört etmekteydi. Askerlik döneminde de ilişkileri devam etmişti. Askerlik yaptığı dönemlerde Sevcan’ı kaybetmemek için onun için bir kooparatife girdiğini ve ona bir daire yaptırdığını söyledi. Bu daire Sevcan’ın dairesi olacaktı. Sevcan bundan çok mutlu oldu. Turgay’ın asıl amacı askerlik sürecinde yanında olamadığı Sevcan’ın ilgisini üzerinde tutmaktı. Bu hediye Sevcan’ı çok etkilemiş ve Turgay da bununla rahat bir askerlik geçirmişti. Seansta “Bu yalanı söylemeye ihtiyacım yoktu, beni daha çok sevsin.” diye söyledim demişti. Ona göre basit, masum, kendini sevdirmek için söylenmiş bir yalandı.
“Daha öncesinde de benzer yalanlar söylerdim. Kendimle ilgili bazı şeyleri abartırdım.”
Askerlik sonrası Sevcan’la nişanlandı Turgay. Evlilik öncesinde, kayınvalide
“Kooparatifi satın, size başka bir yerden daire alalım.” dedi. Ancak ortada bir daire yoktu. Turgay dairenin henüz bitmediğini söyleyip onları oyaladı. Bir süre bununla zaman kazandıktan sonra evin bittiğini söyledi, Sevcan evi görmek istedi, buna bir yalan uydurdu, evi satışa çıkardığını söyledi. Turgay evi satışa çıkarmıştı! Olmayan ev satılacak ve Turgay ve Sevcan’a başka bir yerden daire alınacaktı. Alınacak daire aylar sonra bulundu. Ancak oldukça yüksek bir meblağlıydı. Aile evin parasının bir kısmını kendilerinin ödeyebileceğini, ev satıldıktan sonra da Turgay’ın bu parayı kendilerine ödemesini teklif etti. Paranın geri kalanı içinse ailenin bir akrabasının üzerinden bankadan kredi alınacak ve Turgay bu krediyi ödeyecekti.
Turgay banka kredisini birkaç ay ödese de aksatmaya başladı. Aksayan kredi ödemeleri Sevcan’ın ailesini huzursuz etmeye başladı, çünkü kredinin üstüne çekildiği yakınları söylenmeye başlamıştı. Borçlar giderek birikti. Turgay’ın kooperatifteki olmayan evi satıp Sevcan’ın ailesine ödemesi gereken paranın yanında bir de evi alırken, ev sahibine ödeme sözü verdiği ara ödeme vardı. Turgay bu ödemeyi de yapamadı.
Ev sahibi ara ödeme için bastırıyordu. Sevcan’ın ailesi hem elden verdikleri hem de yakınlarının üstüne çekilen banka kredisi için iyice huzursuz olmuşlardı. Turgay evi sattığını ancak satın alan kişinin yurt dışından havale yapmakta zorlandığını, paranın hesabına geçmediği yalanını söyledi. Daha sonra da banka hesaplarına el konulduğunu ve parayı çekemediği yalanını söyledi. Turgay, sıkıştığı her durumda yeni bir yalanla durumu geçiştiriyordu.
Ev sahibi paranın geri kalanını ödenmediği için, Sevcan ve Turgay’ı evden atmaya kalktı. Sıkıştırmaya başladı. Sevcan’ın ailesi aslında bankada böyle bir paranın olmadığını, satılan evin de yalan olduğunu düşünmeye başladı. Herkes korku içindeydi. Eğer ev yalansa tüm borçlar Sevcan’ın ailesinin üstüne kalacaktı. Ve aile büyük bir ekonomik yükün altına girecekti. Ev sahibine ara ödeme yapılmazsa paraları yanacak, yakınlarının üstüne çekilen krediyi de kendileri ödemek zorunda kalacaktı. Herkes bundan korkuyordu, ancak kimse bunu konuşamıyordu.
Turgay’ın en son yalanı
“Para bankada, ancak bu sorunu çözmek için yurt dışına çıkmam gerek.” oldu.
Turgay seansta “Biliyorum saçma olduğunu ama köşeye sıkışmıştım. Ben itiraf edemiyordum, onlar anlasın istiyordum. Ama onlar ısrarla bunu görmek istemediler. Beni rahat bıraksınlar diye yurt dışı yalanını söyledim. Ona da dışarı çıkmak için parayı biz verelim dediler. Hayır diyemedim. Her söylediğim yalana bir karşılık verdiler.” demişti.
Turgay’a iki bin dolar para verirler ancak Turgay yurt dışına çıkmaz, çıkamaz çünkü öyle bir para yoktur. Yurt dışına çıktım deyip, taksim de bir otelde kalır. Birkaç gün çıkmaz otelden, ancak sonrasında, kaldığı otelde Sevcan’ın bir tanıdığı onu görür ve o da ailesine haber verir.
Kıyamet kopar! Turgay yurt dışından gelmiş gibi eve gelir. Sevcan’ı arar. Sevcan ailesini alır ve eve gelirler, her şey ortaya çıkmıştır. Aile Turgay’ın yurt dışına çıkmadığını öğrenmiştir. Sevcan’ın babası Turgay’a bir tokat atar, ve sonrasında her şey ortaya dökülür. Olmayan evin yalanını ve sonraki gelişmeleri herkes öğrenir. Ne bankada hesap, ne para, ne ev vardır.
Sevcan Turgay’ı terk eder…
Turgay’sa Sevcan’ı kaybetmenin acısına düşer…
Turgay psikoterapi görmeye, ayrılığın üstünden bir yıl geçtikten sonra başladı. Ancak hala ayrılığı içine sindirememişti.
Turgay’ın tazminat davaları halen sürüyor…
Yalanı yalanla kapamaya çalışmanın bir ilişkiyi nerelere götürdüğünü, bir sorunu anlık çözüyorum derken, nasıl daha büyük bir sarmalın içine düşüldüğünü göstermesi açısından öğreticidir Turgay’ın öyküsü…
Yalan ortaya çıktığında, yalanı yalanla kapama savunma davranışı, sık geliştirilen tepkilerden biridir. Diğer savunma davranışları; yalanı reddetmek, kendimizi suçlayıp karşımızdakine yalvarıp, yakarmak, ağlamak, kendini yerlere atmak, durumu dramatize etmek… Yalan ortaya çıktığında karşımızdakini suçlamak, bu yalanı ortaya çıkarmasını özel hayatımıza müdahale olarak görüp onu suçlamak… “Senin yüzünden yalan söylüyorum.” deyip, davranışın sorumluluğunu karşımızdakine atmak… Yalanın ardından gelen tepkilere karşı susmak, dinlemek, herhangi bir tepki vermemek ve yalana kaldığı yerden devam etmek… Bu savunma davranışları yalan söylediğimiz kişiye kendini daha kötü hissettirir. Güvensizlik duygusunu daha da derinleştirir. Karşımızdakini içinden çıkamadığı bir sorunun içine hapsederiz. Kişi, ispatlayamadığı bir gerçeklik sorunuyla karşı karşıya kalır.
Yalana karşı gösterilen bu tepkiler yoğun bir değersizlik duygusu yaratır. Karşısındakinin kendini suçlu hissetmediğini görmek, onun tarafından önemsenmediği, değer görmediği hissini yaratır kişide.
Savunma davranışlarının bir başka olumsuz etkisi ise, sorunun çözümüne dair hiçbir zemin bırakmamasıdır. Kabul etmediğiniz bir sorunu nasıl çözeceksiniz? Güven duyamadığınız bir ilişkiyi nasıl sürdüreceksiniz?
Yalan sorunu nasıl çözülür?
Daha önce de belirtildiği gibi, yalanı, o kişiye bulaşmış hastalık, davranış bozukluğu olarak değil, o kişinin sorun çözme biçimi, kişilik özelliği olarak algılamak gerekir. Bu şekilde ele alındığında, yalan sorununu kişinin kendi başına çözmesinin mümkün olmadığı ortaya çıkar, kişinin psikolojik yardım alması gerekir.
“Bir kez yalan söyleyen, her zaman yalan söyler” yorumunu yalan söyleyenler genelde kabul etmezler. Kendi davranışlarının üzerinde oto kontrollerinin olduğunu düşünürler. Sonuçta bilerek, kendileri istediği için yalan söylemişlerdir –bilinçli olmamış olsa bu yalan değil yanıltma olurdu- ve bu nedenle kontrol onlardadır ve istedikleri zaman bu davranışlarını değiştirebilirler. Ancak bu bir yanılgıdır. Kişinin bir eylemi bilinçli olarak yapması, kontrolün onda olduğunu göstermez. “İstesem bunu yapmam” diye savunulan hiçbir sorun, gerçekte kişinin kontrolünde değildir. Bağımlılık sorunları böyledir örneğin.
Benzeri bir durum öfkeli kişiliklerde de kendini gösterir. “Yardım al” dediğinizde ya “Ben bunu kendim çözebilirim.” der, ya “Sinirli biriyim ben, huyum bu benim, siz bana uyun” der, ya da “Siz öyle davranmasanız ben de öfkelenmem” der. Tüm bu savunma cümleleri, kişinin kendindeki sorunu bir sorun olarak görmemesinden, bunu kabullenememesinden kaynaklanır. Bu sebeplerin en altında ise, sorunu kabul ettiğinde kendini kusurlu, değersiz hissedecektir, bu duygudan kaçınmaya çalışmaktadır. Bu nedenle sorun olarak görseler bile bir terapistten yardım almayı reddederler. “Ben bu sorunu çözebilirim” ya da “Nereye kadar doktorla görüşeceksin, her insan kendi sorununu kendisi yenmeyi öğrenmeli” diye bir telkin geliştirirler.
Bu nedenle yalan sorununun çözümündeki ilk adım, sorunun kabul edilmesidir. Sorun olarak kabul etmek demek, “Benim bu davranışımla ilgili bir sorunum var.” demektir.
Yalan söyleyen bunu yapmadığı sürece, yalandan dolayı ne kadar pişman olsa, özür dilese, bir daha yapmayacağına dair tövbe etse, söz verse sonuç değişmez. Karşımızdakinin tepkisi ortadan kalkınca, kaybetme korkusu bitince, yalan yine bir savunma mekanizması olarak hayatımıza girer.
Hayatımızda sorun olarak ortaya çıkmış bu problemi, anlamadan kapatmamak gerekir. Bir uzman yardımı alma imkanımız yoksa karşılıklı bu sorunu konuşmak, bu davranışı nerelerde, hangi durumlarda sergilediğimizi konuşmak işe yarayabilir. Ancak bunun uzun süre izlenmesi ve konunun ilişkinin gündeminden düşmemesi gerekir. Yalan sorunu olan kişi, bu davranıştan vazgeçmeye çalışmak yerine, zihnini neden yalan söylediğini anlamaya yoğunlaştırmalıdır.
Yalanı besleyen tepkiler
Yalanın ortadan kaldırılmasındaki önemli hususlardan biri, yalana karşı tepkisel davranmaktan uzak durmaktır. Yalanın ortaya çıkış nedeni, kişinin o durumla ilgili endişeleri ve korkularıdır. Yalan bu noktada endişe ve korku durumuna karşı bir savunma olarak ortaya çıkar. Kişinin endişe ettiği ya da korktuğu durumlara karşı kendini korumaya çalışmasıdır. Yalanla kişi kendine korunaklı bir alan yaratmış olur. Yalana karşı gösterilen tepkisel davranışlar, kişinin kendini koruma dürtüsünü derinleştirir ve daha fazla yalan söylemesine neden olur.
Yalana karşı nasıl bir tepki geliştireceğimizin çıkış noktası, karşımızdakinin o davranışı sergileme nedeni olmalıdır. Yalanı söyleyen kişinin bunu yapma nedeni, bizi kırmak, kendimizi kötü hissettirmek, bize güvensizlik vermek, canımızı yakmak değil, kendini korumaktır. Yalan söyleyen kişinin davranışını, onun bunu yapma nedeni üzerinden değerlendirirsek, bu sorunun çözümüne katkıda bulunuruz. Onu anlamak, bu sorunun ortadan kalkması için davranışlar geliştirmek zorunda değiliz, ancak ilişkimizi sürdüreceksek ve biz de bunu bir sorun olarak görüp bu davranışın değişmesini istiyorsak, sorumluluk almamız gerekir.
Yalana karşı gösterdiğimiz tepkinin dozu, kişilik yapımızla, kendimize olan güvenimizle çok yakından ilgilidir. Tepkinin dozunun ilişkili olduğu bir başka husus da, yalanla ilgili geçmiş tecrübelerimizdir. Yalanla ilgili geçmiş acı tecrübeleri olan kişiler, diğer kişilere göre daha tepkisel yaklaşırlar. Her ne olursa olsun yalana karşı tepkisel davranmak, yalanın devamına neden olur. Tepkisel durum değiştirilemiyorsa, yalan söyleyen gibi muhatabının da yardım almasında fayda vardır.
Yalana karşı hassasiyeti azaltmak, tepkisel davranışları da azaltır. Kendimizi daha kontrollü ifade etmemizi, karşımızdakine kendini kötü hissettirecek, onu endişe ve korkuya sokacak, özgür hissettirmeyecek–denetleme ve kontrol davranışlarından dolayı- durumlar yaratmamızı engeller. Böyle davrandığımız da, yalan söyleyen kişi kendini tehdit altında hissetmeyeceği için, kendini koruma ihtiyacı hissetmeyecek, yalana başvurmayacaktır.
Yalanı bir sorun olarak görmek kadar, yalana karşı geliştirilen tepkileri de bir sorun olarak görmek, yalan söyleyeni baskı altında hissettirecek tutumları da bir problem olarak görmek gerekir.
Yalan söyleme davranışının ortaya çıktığı bir yerde iki meseleye odaklanmak gerekir; kişi bunu neden yapıyor, hangi duygu durumunda, hangi olaylar karşısında bunu çözüm olarak kullanıyor ve yalan karşısında, kişiye nasıl bir tepki veriliyor?
Bu iki husus yalan sorununun çözüm sürecinin yol haritasını teşkil eder.
“Öfke, geçici bir çılgınlıktır; hükmetmeye bak, yoksa o sana hükmeder.”
Horatius
ÖFKE SORUNU
Asabiyet ya da sinirlilik
Sinirlilik, asabiyet bir karakter özelliği olarak görülür ve bu nedenle de çözülemez bir sorun olarak algılanır. Öfke sorunu olanlar “bu benim huyum, değişemem!” diyerek konuyu kapatır. Ve çevresindeki pek çok kişi de durumu bu şekilde kabul edip, sinirli olan kişinin davranışlarına takılmadan yaşamaya çalışır. Ancak bu davranışa takılmadan yaşamak pek mümkün değildir. Bu tepki biçiminin sonuçları vardır ve zamanla kendini gösterir.
Öfke sorunu, “Benim huyum bu!” denilip kapatılacak bir sorun değildir. Öfke sorunu olan kişi, bu davranışlarını ilişkilerine yansıttığı sürece sorun yaşayacaktır. Bu sorundan hem kendisi hem de karşısındaki zarar görür.
Sinirli ya da asabi biriyle ne tür bir ilişki yaşarsanız yaşayın, onunla ilişki kurmak zordur. Yüksek ses tonu, suçlama, yargılama, hakaret hatta şiddete kadar varan tepkiler kendini gösterir. Öfke sorunu olan kişiler, şiddet kullanmasa, hakaret etmese de, her öfke nöbetinde karşısındaki kendini “tehdit” altında hissedecektir ve kendini koruma ihtiyacı hissedecektir.
Öfke sorunu olan kişinin muhatabı, kendini tehdit altında hissettiği için, geliştirdiği kendini koruma ihtiyacı, davranışlara şu şekilde yansır:
1. Aynıyla karşılık veren bir davranış ortaya çıkar ve normalde öfke sorunu olmayan birinde öfke davranışları görünmeye başlar.
2. Sinirli kişinin öfkelenmemesi için, onun öfkeleneceği düşünülen olay yalanla saklanmaya çalışılır. Öfkeye muhatap olanların en sık kullandığı savunma mekanizmalarından biri, öfkeye yol açacak sorunları öfkeli kişiden gizlemektir.
3. Öfkeli kişiye karşı duyarsızlık geliştirilir. Öfke davranışlarına, sözlerine umursamaz bir tutum sergilenir.
4. Bir başka savunma davranışı ise, alttan alarak, öfkeli kişiyi sinirlendirecek durumlardan kaçınmaktır.
Öfke davranışına karşı geliştirilen bu savunmaların, ilişkiye yansıyan olumsuz neticeleri vardır. Yalan ve gizleme davranışları ortaya çıktığında, bu öfke sorunu yaşayan kişinin daha fazla güvensizlik hissetmesine neden olur. Güvensizlik duygusu ise daha fazla öfke demektir.
Öfke durumunun ortaya çıkmaması için, sorunu yaşayan kişinin her dediğinin, her isteğinin yapılması yani alttan alınması, öfke sorununu ortadan kaldırır, ancak bu tutum, bireyler arasında kurulacak iki yetişkin ilişkisini yani eşit ilişkiyi de ortadan kaldırır. İlişki ebeveyn-çocuk ilişkisine döner, bu ilişki biçimi karşı cins duygularını iki tarafta da köreltir ve uzun vadede ilişkiyi tüketir.
Öfke davranışlarına duyarsızlık geliştirmek, duyarsızlık geliştiren kişinin, hayatındaki pek çok kişiye, pek çok duruma karşı da bu tutumu geliştirmesine neden olur. Bir süre sonra kişi duygularını hissedemez olur. Kendini içten içe gergin ve huzursuz hisseder. Öfke sorunu olan ise, duyarsızlık karşısında, umursanmadığı, önemsenmediği hissini yaşar, bu duygular zamanla daha da artan bir öfke ortaya çıkartır.
Öfke davranışına nasıl bir savunma geliştirirseniz geliştirin, size olumsuz olarak geri döner. Bu sorun çözülmediği sürece, hem öfke sorununu yaşayan kişi hem de karşısındaki kişiler yıpranır.
Neden öfkeleniyoruz?
Peki, neden öfkeleniyoruz? Kontrol altına alınabilir mi öfke?
Asabi, sinirli olma durumunu, doğuştan gelen bir duygu olarak görmek onu doğru algılamamaktır.
Öfke, karşımızdakinin bize hissettirdiği bir duygu değil; bedenimizin kendini koruma içgüdüsüdür. Kendimizi tehdit altında hissettiğimiz durumlara karşı, organizmamızda oluşan savunma amaçlı bir reflekstir. Öfke bir duygu değil, içgüdüdür. Bu yorumun altının çizilmesi gerekir, çünkü öfke sorununun anlaşılmasında ve öfke davranışlarının ortadan kaldırılmasında bu yorum önemlidir.
Organizmanın kendini fiziksel olarak tehdit altında hissettiği zamanlarda kendini korumak için ortaya çıkan bu içgüdü, nasıl oluyor da gündelik ilişkilerde, iletişimlerde kendini gösteriyor? Ortada kavga yok, gürültü yok, bu tehdit durumu nereden geliyor? Sinirlilik ya da asabiyet burada kendini gösteriyor. Sorun, kişinin öfke davranışlarını geliştirmesine gerek olmayan bir durumda bu davranışları sergilemesidir. Fiziksel açıdan kendimizi tehdit altında hissettirecek bir durum olmamasına rağmen, öfke ve öfke davranışlarının oluşmasıdır. Öfkeyi gündelik ilişkilerde sorun haline getiren nokta da burasıdır.
Fiziksel varlığımızı korumak bizim için ne kadar hayatiyse, toplum içindeki kişisel varlığımız da bizim için bir o kadar önemlidir. Çevremizle ilişkimizde meydana gelecek olumsuz durumlar, iç dünyamız tarafından tehdit olarak algılanır. İnsan sadece bir organizma değildir. Kendini değersiz hissetmek fiziki açıdan bir tehdit durumu yaratmasa da, toplumsal varlığımız, bu duyguyu fiziksel bir tehdit gibi algılamamıza neden olur. Sadece bir organizma olarak değil, yaşadığımız toplumun içinde bir fert olarak da kabul edilmek, yaşantımızı bu şekilde sürdürmek istiyoruz çünkü. Fizik yapımızla ilgili hangi acıyı, korkuyu, kaygıyı yaşıyorsak, bunu toplumsal varlığımızla ilgili de yaşıyoruz.
Kendimizle ilgili olumsuz duygular hissetmek, kendimizi tehdit altında hissetmemize neden oluyor, bu duygu durumu kendimizi koruma refleksini harekete geçiriyor ve öfke ortaya çıkıyor.
Endişe…
Korku…
Kendini değersiz, yetersiz, eksik hissetme…
Söz ve davranışlarla tehdit edildiğini hissetme…
Kendini baskı altında hissetme…
Suçlandığını, yargılandığını hissetme…
Beklentilerinin karşılanmaması…
Beklentileri karşılayamama…
Engellenme…
Şiddet…
Gibi, kişinin canını yakan, acı veren duygular, insan organizmasında fiziksel tehdit olarak algılanır ve bu tehditten korunmak için öfke ortaya çıkar. Ortada gerçekten bir tehdit varmış gibi bedenimiz harekete geçer. Kan basıncı yükselir, metabolizmanın çalışması hızlanır, deri tepkileri, göz hareketliliği gözlenir ve başkaca fiziksel öfke belirtileri kendini gösterir. Bu fiziksel tepkilerle birlikte, kişi tehdit edildiğini hissettiği duruma karşı savunma geliştirmiş, gardını almış olur. Yükselen ses tonu bu durumun ilk habercisidir.
Bazı kişilerde sürekli yüksek ses tonuyla kendini gösteren bu kendini koruma durumu, bazı kişilerde de olumsuz duyguları hissettiği zamanlarda kendini gösterir. Kişi kendine acı veren, kötü hissettiren durumlarla karşılaştığında “birden parlar ve hemen söner.”
Birden parlamak ve sönmek, gündelik dilde sık kullandığımız bir tabirdir. Öfke ortaya çıktığında, kişi sergilediği davranışlar ve ses tonuyla karşı tarafa kendini tehdit altında hissettirir. Sinirli kişi, verdiği bu tepkiyle içindeki rahatsız edici duygudan kurtulduktan sonra öfke durumu ortadan kalkar.
Çoğu zaman, öfke anında karşımızdakini rahatsız edecek tepkiler geliştiririz. Bunun nedeni kendimizi tehdit altında hissetmemizdir. Kişi kendini tehdit altında hissettiğinde gözü hiçbir şeyi görmez. Sadece kendini düşünür ve tehdit hissettiği sürece de bu durum devam eder. Öfke sorunu olan kişiyi, karşısındakini incitecek, kıracak kadar benmerkezci hale getiren, içinde hissettiği o tehdit hissidir. Normalde asla yapmayacağı davranışları, bu duygu durumundayken sergiler. Bu hepimiz için geçerlidir. Asabi kişinin sorunu; ortada bir tehdit olmadığı halde, karşısındakinin davranışını kendisi için bir tehdit olarak algılamasıdır.
Öfke boşaldıktan sonra, öfke davranışını geliştiren suçluluk hisseder, yaptığından pişman olur. Pişman olur, çünkü kendisine sergilenen davranışın karşılığı öfke değildir. Kimsenin ona saldırdığı, zarar verdiği, onu tehdit ettiği yoktur. Öfkeye neden kapıldığını anlayamaz, ancak bir kez olmuştur.
Suçluluk duygusu, öfkeye yol açan rahatsızlıkların dile getirilmesine engel olur. Bu durum sorunun konuşulmasına ve çözülmesine engel olacağı için, önemli bir sorundur.
Kişide öfke oluşturan, karşısındaki kişinin davranışının yarattığı olumsuz bir duygudur.
–Öfke sorunu olan kişilerin ortak özelliği duygularını tanımamalarıdır. Korku, endişe, değersizlik, yetersizlik, beklenti vs kendimizi kötü hissettirir. Hissedilen bu duygularla öfke arasında o kadar hızlı bir geçiş vardır ki kişi bunu göremez. Yani karşı tarafın davranışının değersizlik duygusu hızla öfkeye dönüştürülür bilinç tarafından. Bunun nedeni kişinin bu olumsuz duyguları kabul etmemesidir. Bu duyguları reddeder çünkü acı verir, kişiye kendini kötü hissettirir. Kişi acıyı reddettiğinde bunu öfkeyle geri püskürtür. Öfke durumu bir anlamda karşı tarafa “Bana kendimi kötü hissettiremezsin.” mesajıdır. Acının reddedilmesi nedeniyle ortaya çıkan olumsuz duyguların öfkeye dönüşümü, küçük yaşlarda geliştirdiğimiz bir savunma mekanizmasıdır. Acıyı reddeden çocuk, ona acı verecek her duyguya karşıya, kendisine bu duyguları hissettirecek her davranışa karşı öfke geliştirir. Ve sonraki yıllarda bunu tüm ilişkilerine geneller. Yıllar geçtikçe savunmalar derinleşir. Kişide olumsuz duyguların öfkeye dönüştürülmesi o kadar otomatik bir seyir alır ki kişi bunu görmez olur. Kendine acı veren, kötü hissettiren duyguları bilmez olur. Hissedebildiği birkaç duyguyla yaşar hayatını, bu da kısır bir duygusal dünyadır.- .
Duygumuzun öfkeye dönüşmesi, karşımızdakinin kendimizi kötü hissettiren, acı veren davranışlarına karşı kendimizi ifade etme imkanını ortadan kaldırır. Ne hissettiğimizi bilmediğimiz için kendimizi anlatamayız. Bilsek de öfkemizin yarattığı davranışlardan dolayı kendimizi suçlu hissettiğimiz için ifade edemeyiz. İfade etsek de bunun karşımızdaki kişide bir anlamı olmayacaktır, çünkü o da öfke davranışımızın yarattığı acıya gömülecek ve bizi duymayacaktır. Bu nedenle, öfke sorunu olan kişiler ilişkilerindeki hiçbir sorunu çözemezler, çünkü kendilerini hiçbir noktada ifade edemezler. Etseler de anlaşılmazlar. Aynı davranış sorunlarını bu nedenle sürekli yaşarlar.
Öfkeyle kendimizi ne kadar ifade edersek edelim, kendimizi ifade etmiş hissetmeyiz. Karşınızdakine ne kadar bağırıp, çağırsak da, konuşma bittikten sonra içimizde rahatlama, kendimizi ifade etmiş olmanın huzurunu hissetmeyiz. Hep eksik bir şeyler kalır. Eksik kalır, çünkü duygularımız bizde kalmış, ifade edilmemiştir. Öfke davranışlarımızla sadece karşımızdakinden kendimizi korumaya çalışmışızdır. İçte kalmış bir sürü duygu ve öfke, davranışımızın yarattığı suçluluk duyguları içimizde döner, durur.
“Sahip olduğunuz tek şey ‘çekiç’se, her şeyi ‘çivi’ olarak görürsünüz.”
Abraham Maslow
SUÇLAMA ve YARGILAMA
Saç diplerinin uyuştuğunu hissediyordu. Çok gerilmişti. Başı ağrıyor, ensesi sertleşiyordu. Adamın ses tonu onu çok yormuş, kendini kötü hissettirmişti. Adam sürekli bağırıyordu. Bu da dinlemesini zorlaştırmıştı. Onu anlamak için verdiği çaba terapisti yormuştu. Seans bittiğinde:
-Sizi dinlemekte çok zorlandım. Kendimi çok gergin hissediyorum.
Ses tonunuzdaki bu yükseklik, sert tonunuz beni çok gerdi.
Sizi anlamak için özel bir çaba sarf etmek zorunda kaldım.
Dikkatim sürekli ses tonunuza, sert ve gergin ifadenize kaydı. Bundan sıyrılıp söylediklerinizi anlamakta zorluk çektim. Öfkeli konuştuğunuzu hissettim seans boyunca.
Hasan olağan tavrıyla:
-Benim normal konuşma tonum böyledir.
– Evet, bu muhtemelen genel konuşma biçiminiz, kendinizi ifade biçiminiz.
Ancak duygularınızı söylemiyorsunuz, eşinizin davranışlarını eleştiriyor, yorum yapıyorsunuz.
-Duygularımı söylemiyor muyum? Nasıl yani?
-Örneğin, eşinizin tartışma sırasında size tepki göstermesinden, bağırıp çağırmasından, ‘seninle evlendiğime pişman oldum’ deyip kapıyı vurup gitmesinden, nişanlıyken kavga sırasında yüzüğü elinize vermesinden rahatsız olduğunuzu anlattınız.
-O böyle söyleyince beni sevmediğini, ona yetmediğimi düşünüyorum. Beni sevseydi böyle bağırıp çağırmazdı, harcamalarına dikkat ederdi.
‘Alamam’ diyorum ısrar ediyor, hiç beni düşünmüyor. Benimle sürekli kavga yarışı içinde. Beni hiç dinlemiyor ki…
-O kendince tepki gösterdi, kendini yaşadı; ancak davranışları bu duyguları oluşturdu sizde. Hiç kimse eleştirildiğinde, suçlandığında, yargılandığında, davranışları hakkında yorumda bulunulduğunda, karşısındakini dinlemek, anlamak istemez. Kendini savunmaya çalışır.
Ya sizin eksiklerinizi sıralamaya çalışır ya da kendi davranışlarının nedenini anlatmaya çalışır. Sonuç olarak siz anlaşılmamış olursunuz. Siz konuşurken bir şeyi daha fark ettim.
Eşinize yapmasını ya da yapmamasını istediğiniz davranışları söylüyorsunuz; ancak bunun nedenini söylemiyorsunuz.
Eşiniz o davranışın sizin için ne anlama geldiğini bilmiyor. Haliyle sizin rahatsız olacağınız davranışları tekrar ediyor farkında olmadan.
-Anlayamıyorum, örnek verebilir misiniz?
-Örneğin, alamayacağınız koltuk takımıyla ilgili sadece alamayacağınızı söylüyorsunuz; ancak babanıza karşı zor durumda kalacağınızı, bunu şu anda yapmanızın size karşı kullanılacağını, erteleyip bir süre sonra almanızın daha uygun olacağını söylemiyorsunuz. Oysa içinizde bu kaygılar var. Ona sadece ‘alamam’ diyorsunuz ve onun da buna sorgusuz, sualsiz bir çocuğun itaat etmesi gibi uymasını beklediğinizi, düşündürttü bana bu tavrınız. O da karşınızda bir birey, onun da duyguları var. Nedenini açıklamadığınızda taleplerini karşılamak için şartları zorlayacaktır. Sizin cimrilik ettiğinizi, kapris yaptığınızı düşünecektir. Anlatmadan, anlaşılmayı bekliyorsunuz. Fark ettiğim bir başka husus daha var: Diyorsunuz ki, ben sinirli bir adamım, eşim alttan alsın. Eşiniz de sinirli. O da dayanamıyor ve tepki gösteriyor. Sizin sinirli olmanızın doğal, onun sinirli olmasının normal olmadığını düşündüğünüzü hissediyorum. Siz sinirlisiniz, bu sizin kişilik yapınız ama eşiniz alttan almalı diye düşünüyorsunuz… Onun kişilik yapısı da böyle olamaz mı? Sinirli olmak davranışlarınızla ilgili genel bir sorun. Bu sadece eşinizin değil, bence sizin de sorununuz. Olaya bu açıdan bakmanızı tavsiye ederim.
Terapist Hasan’ın eşi Ayşe’ye dönerek:
– Eşiniz kendini ifade ederken defalarca sözüne karışmaya çalıştınız.
-Neler diyor, duymuyor musunuz? Bağırıyor çağırıyor, suçluyor. O bağırırken ben niçin susayım ki…
-Ben de sizi her defasında durdurmak zorunda kaldım. Durduramadığım zamanlarda da tartışmaya başladınız. Eşinizi dinlemediğinizi, sürekli kendinizi savunmaya çalıştığınızı hissettim.
-Beni suçluyor, kendimi savunacağım tabii ki!
-Bu iletişimi daha da kilitliyor Ayşe Hanım. Bence bu davranışınızı gözden geçirmelisiniz. Niçin böyle davranıyorsunuz? Onu anlamaktan niçin kaçınıyorsunuz? Eşiniz sizi suçluyor, eleştiriyor, yargılıyor konuşurken, bu da sizi rahatsız ediyor. Bunu ifade etmek yerine, hemen siz de karşı atağa geçiyorsunuz. Davranışlarınızın sebeplerini anlatıyor ya da eşinizin suçlu olduğunu düşündüğünüz davranışlarını sıralıyorsunuz. Bu davranışlarınız, eşinize onu dinlediğinizi hissettirmiyor. Bu davranışınız karşınızdakine kendini önemsiz, değersiz hissettirir. Sizi suçluyorsa bu onun sorunu.
– Hatalıymışım gibi suçluyor beni…
– Onun sizi suçluyor olması, sizin hatalı olduğunuz anlamına gelmez.
– Ama bundan rahatsızlık duyuyorum!
-Suçlamadan rahatsız oluyorsanız bunu söylemelisiniz bence. ‘Beni suçlamandan rahatsız oluyorum, sen kendi rahatsızlığını anlat lütfen’ dersiniz örneğin. Anlamaya çalışmak yerine sürekli bir savunma durumunuz var. Eşinizi anlamaya çalışmazsanız sorunu çözemeyiz. Bunlar da bu seans boyunca sizinle ilgili gözlemlerim, yorumlarım. Elbette benim yorumlarım içinde hata payı da barındırabilir.Bugün burada gördüğüm iletişim biçiminiz muhtemelen ev hayatında da var. Duygularınızı ve düşüncelerinizi karşınızdakine yeterince ifade edemediğinizi gördüm. Buradan devam edeceğiz. Haftaya görüşürüz…
İkisi de şaşkın şekilde psikoterapiste bakmış ve odadan çıkmışlardı. Sanki başka bir konuşma bekliyorlardı, hiç düşünmedikleri bir görüşmeyle karşılaşmış gibiydiler. Oysa geldiklerinde ikisinde de kendilerinin haklı olduklarına dair emin bir hal vardı.
Suçlama
Suçlama, kişinin yanlış bir davranışta bulunduğu yargısını içerir. Yanlış davranıldığıyla ilgili yargı toplumsal normlara atıf yaptığı için kişinin kendisini suçlu hissetmesine sebep olur. Yaptığımız davranış hakkında toplumsal bir yargı oluşturulur suçlamayla. Gösterilen tepki, karşımızdakinin davranışımızdan rahatsız olması değil, ona bir yargı bildirmesidir. Bu durum bizim tutumlarımızı da değiştirir.
Karşımızdaki kişinin davranışlarımızdan dolayı rahatsız olması bizi rahatsız etmezken, davranışımız hakkında bir yargı bildirilmesinden; yani suçlanacak bir davranış olarak görülmesinden rahatsız oluruz. Bu sebeple bizi suçlayan birisini anlamak yerine, ona karşı kendimizi savunmaya çalışırız. Davranışımızın bir hata, kusur olduğu yargısı kendimizi de kusurlu gibi hissetmemize sebep olur, tepki gösteririz.
Hiç kimse suçlanmaktan hoşlanmaz, suçlanmak istemez. Suçlu olmak bedel ödemesi gereken taraf olmaktır. Suçlanmak; kendimizi savunmadan, savunamadan yargılanmış olmamızdır. Karar daha başındayken verilmiştir. Bizim ne hissettiğimizin, suçlanan davranışı nasıl ortaya çıkardığımızın bir önemi yoktur.
Suçlanma, kötü bir davranış sergilediğimiz imasını barındırdığı için kendimizin de kötü bir insan olduğu hissini yaşamamıza neden olur. Davranışımızla kişiliğimizi özdeşleştiririz.
Cezaevine giren suçluları, yanlış davranışlarda bulunmuş kişiler olarak değil de kendisi suçlu olan, kötü kişiler olarak görürüz. Cezaevine girip çıkmış insanlar hakkında bilinçaltında bir yargılama, güvensizlik söz konusudur.
İlişkilerde suçlu ya da suçsuz yoktur. İlişkide karşımızdakine zarar verecek davranışlar sergileyebiliriz; ancak bu bizim suçlu olduğumuz anlamına gelmez. Karşımızdakini üzen, kıran, kızdıran davranışlar suç, hata, kusur değildir.
İlişkide duygular ve davranışlar vardır. Yaptığımız davranışlar bir kişiyi rahatsız ederken, başka birisini rahatsız etmeyebilir; aynı davranış birini az, diğerini çok rahatsız edebilir. Rahatsızlık veren davranışların biçimleri, dereceleri hatta davranışların kendisi, kişiden kişiye değişir. Bu nedenle ilişkide suç yoktur; olamaz.
Karşımızdakini suçlu ilan ettiğimizde, ilişkide yolunda gitmeyen olayların tüm sorumluluğunu ona yüklemiş oluruz. Oysa ilişkide meydana gelen sorunlar iki tarafın etkileriyle meydana gelir. Kısacası; tek el şaklamaz. Taraflardan birisinin sorunla ilgili olarak tek başına sorumluluk almak zorunda bırakılması adil de değildir. Bu, sorun çözmez hatta sorunu derinleştirir.
Suçlanmayı kabul eden “suçlu benim” diyen kişiler, gerçekten böyle düşündükleri için değil, o anda yaşanan sorunu ertelemeye çalıştıkları için böyle davranırlar. “Seni aldattım; suçlu benim” diyen, karşısındakini kaybetmekten korktuğu için bunu söyler. Bu anlık bir pişmanlıktır. Anlayarak yapılmış bir özeleştiri değil, karşıdakini kaybetmekten korkmanın getirdiği bir pişmanlık duygusudur. O davranışa neden olan durum her ne ise ilişkide var olmaya devam ettiği için, kaybetme korkusu azaldığında bu davranış tekrar ortaya çıkacaktır. Bazen suçlanmamak, bazen karşımızdakinin konuşmalarını dinlememek için, bazen de karşımızdakini kaybetmemek için suçu kabul ederiz.
Suçu üstlendiğimizde çoğu zaman “neden” sorusundan kurtuluruz; çünkü suçu kabul ederek zaten tüm sorumluluğu üstlenmiş ve bedel ödemeye de hazırızdır. “Neden” sorusunun sorulması karşımızdakine de sorumluluk yükleyeceği için bundan kaçınır; ancak bu yaklaşım sorunu çözmez, problemleri konuşulmaz hale getirir.
Bir ilişkide sorunun konuşulmasını, çözülmesini engelleyen şey; kişinin “suçlu benim, hatalı olan benim” demesi ve sorumluluğu tek başına üstüne almasıdır. İlişkide “suç” olamaz, böyle yaklaşmak sorunun çözümünü imkânsızlaştırır.
“Suçlu benim” diyen birisine bir şey söyleyemeyiz. “Neden yaptın” sorusuna da muhtemelen bir bahanesi vardır: “Cahillik ettim, şeytana uydum, çok öfkeliydim” vb. diyecektir.
Yargılama
Yargılama, karşımızdaki hakkında olumlu ya da olumsuz karar vermektir. Yargı karardır. Mahkeme etmektir. İlişkileri sorunlu hale getiren olumsuz yargılarımızdır. Olumlu sözler ve düşünceler takdir ve övgü olarak değerlendirilir ve ilişkiye olumlu yansır. Olumsuz ifadeler ilişkiye zarar verir ve “yargılamak” olarak ifade edilir. Bu nedenle; yargılamak kelimesi üzerinden getirilen eleştiriler olumsuz yargılarla ilgilidir.
Olumsuz yargı, karşımızdaki hakkında olumsuz bir kanaatimizin kesin hükme dönüşmesidir. “Sen böylesin” diye başlayan cümleler, karşımızdaki hakkında olumsuz, kesin düşüncelerimizin oluştuğunu gösterir. Yargılamak için karşımızdakini uzun uzun tanımaya ihtiyaç hissetmeyiz. Birkaç davranışından yola çıkarak, onun kişiliği hakkında karar veririz. Yargı için zaman tanıyan kişi, yargılamaktan uzak duran kişidir.
“Komplekslisin!”
“Basitsin!”
“Zayıfsın!”
“Korkaksın!”
“Ana kuzususun!”
“Kendine güvenmiyorsun.”
“Senden hiçbir şey olmaz!”
“Sen ne biçim erkeksin!”
“Kadın dediğin böyle olmaz!” gibi cümleler, karşımızdakinin kişilik özellikleriyle ilgili yargı cümleleridir. Yargılama davranışı karşımızdakinin kişiliğine yapılmış bir hakaret olarak algılanır. Oysa, yargı ifadeleri kullananlar karşısındakine hakaret etmediğini, onun hakkındaki düşüncelerini ifade ettiklerini söylerler. İletişim kazası denilen durum da burada ortaya çıkar. Karşımızdakini suçlayan, yargılayan ifadeler kullanarak, onun hakkındaki duygu ve düşüncelerimizi söylediğimizi zannederiz. Biz böyle düşünsek de, karşımızdakine böyle yansıtmayız bu davranışlarla.
Neden suçlarız?
Karşımızdakini suçlayıcı bir dil kullanmanın nedeni, duygularımızı, rahatsızlığımızı söylemekten çekinmemizdir. Bunları söylemek onu önemsediğimizi gösterir. Onun bize kendimizi kötü hissettiren davranışları zaten kendimizi ilişkide önemsiz, değersiz hissettirmiştir. Bir de bunu duygularımızı söyleyerek göstermek, kendimizi daha da kötü hissettirir. Kendimizi daha güçsüz, zayıf hissetmemize neden olur.
Suçlama davranışına yönelmenin ikinci nedeniyse elimizi güçlendirmesidir. Duygularımızın önemsenmediğini hissettiğimizde, karşımızdakini davranışından vazgeçirecek en kolay davranış, suçlamaktır.
Kişiye kendini suçlu hissettirdiğinizde, bunu kabul ettirdiğinizde o davranışı terk edecek ya da beklentinizi karşılayacaktır. Karşı tarafın kendini suçlu hissetme duygusu kullanılmış olur böylece. Ancak, bu kaybetme korkusu yüksek kişilerde işe yarayan bir davranıştır. Kaybetme korkusuyla ilişkisini yaşamayan birisi suçlanmaya karşı tepki gösterir.
Niçin yargılarız?
Yargılama, bize zarar veren bir davranışla karşılaştığımızda, talebimiz karşılanmadığında, hissettiğimiz olumsuz duygunun bize zayıflık hissi vermesine karşılık olarak çıkan tepkidir. Onu olumsuz olarak yargılayıp, bizde oluşturduğu güçsüzlük, zayıflık hissini ortadan kaldırmaya, kendimizi karşımızdakiyle eşitlemeye çalışırız. Bir savunma mekanizmasıdır bu.
Yargılama davranışının altında, karşımızdakini aşağılama niyeti vardır. Hissettiğimiz eksiklik duygusu, önemsenmediğimiz, değer görmediğimizle ilgili duygularımızı, karşımızdakini yargılayarak eşitlenmeye çalışırız. Kendimizi eksik olmadığımıza inandırmaya, güç dengesini eşitlemeye çalışırız.
Karşımızdakini yargılayarak onu aşağıya çekmiş ve kendimizle eşitlemişizdir. Buradaki eşitlik sağlama durumu, ilişkinin bir adım öncesiyle ilgilidir. Bir adım öncesinde, karşımızdaki bize kendimizi değersiz hissettirmiştir. Değersiz hissetmek bizim ondan daha yetersiz olduğumuz hissini getirir. Buradaki eksilmeyi de, duygularımızı ifade etmek yerine onu yargılayarak kapatırız.
Çünkü duygularımızı söyleyerek bir kez daha zayıflayacağımızı düşünürüz, bundan korkarız. Karşımızdakini bizi incittiği için ya da inciteceğinden korktuğumuz için yargılarız. Önemsenmediğimizi, duygularımızın hiçe sayıldığını hissettiğimiz zamanlarda buna başvururuz.
“Erkekler kadınların ilk aşkı, kadınlar erkeklerin son aşkı olmak isterler.”
Oscar Wilde
KISKANÇLIK
Kıskançlık bir duygudur. Karşımızdakini kaybetme korkusuyla filizlenen, onu başka birisiyle paylaşmak zorunda kalmayı hissetmeye karşı gösterdiğimiz, iç dünyamızda oluşan duygusal bir tepkidir. İlişkiye, karşımızdakine ihtiyaç duyduğumuzun göstergesidir.
Kıskançlık duygusu davranışlarımıza, kendimize, karşımızdakine zarar verecek yoğunlukta ve biçimde yansımazsa, ilişki açısından olumlu bir durum yaratır. Kıskançlık duygusu geliştirilen kişiye, kendini önemli, ihtiyaç hissedilir(muhtaçlık değil) hissettirdiği için onu ilişkiye bağlar. Kıskanılıyor olmak karşımızdakinin bizi önemsediğini gösterir, o kişiye karşı duygularımız varsa ilişkiye olan bağlılığımız daha fazla artar.
Yetişkinlerin ve çocukların kıskançlığını ifade biçimleri farklıdır
Kadın-erkek ilişkilerinde kıskançlıkla ilgili sorun, duyguların varlığında değil, yoğunluğunda ve gösteriliş biçiminde ortaya çıkar. Sorun, çocukluk çağlarımızdan kalma kıskançlık duygusu davranışlarını değiştirememiş olmamız, kendimizi yetişkin bir kişilik olarak ifade edemeyişimizdendir. Sorun duyguyla ilgili değil, duygunun ifade biçimiyle ilgilidir.
Kadın-erkek ilişkilerinde korku ve kaygılarımız nedeniyle kıskançlık duygusunu açıkça ifade etmekten kaçınır, bunu farklı şekillerde yansıtırız.
Çocuk, kıskançlığını benmerkezci davranışlarla gösterir. Kıskandığı ya da kıskanıldığı kişiye zarar verebilecek davranışlar geliştirebilir. Kıskançlık duygusunu bastırıp karşısındakini rahatsız edecek davranışlar gösterebilir. Örneğin; kıskançlık duygusunun varlığını inkâr ederek, yaramaz davranışlarıyla kendini ifade edebilir.
Yetişkinlerin kıskançlık davranışlarında görülen; suçlama, yargılama, umursamazlık, aynıyla karşılık verme, kuşku, denetleme, kontrol, takip etme, yasaklar koyma, sınırlar getirme gibi davranışlar çocukluk dönemine ait kıskançlık davranışlarıdır ve bunların hepsi hem karşımızdakine hem de ilişkimize zarar verir.
Yetişkin birey eşini kıskanır; ancak ona zarar vermez. Kıskandığı eşi, sevgilisi onun duygularını anlamak istemiyor, önemsemiyorsa bu davranışlara tepki gösterebilir; ancak bunu karşısındakine zarar vermeden yapar.
Kıskançlığımızı kendimize ve karşımızdakine zarar verecek yoğunlukta hissetmek, karşımızdakine ihtiyaç duymamızdandır. İhtiyacımızın bu kadar yüksek olması, kişilik gelişimimizi tamamlamadığımızı, henüz birey olamadığımızı gösterir.
Yetişkin kişiliği sergileyen kişilerin ilişkiye bağlanımı dengelidir; aldıkça verir ve ilişkiyi karşılıklı yaşar. İlişkide geriden gelen ya da ilişkiyi omuzlarında taşıyan taraf olmaz. Bu davranışlar, ilişkide, aşırı arzudan, ihtiyaçtan kaynaklanan dengesiz davranışları ortadan kaldırır.
Kıskanabilmek için büyümek gerekir.
Kıskançlık duygusu hepimizde olan, ancak doğru şekilde ifade edilmeyen, edildiğindeyse çok fazla endişe uyandıran bir duygudur. Hissedildiği gibi aktarılabilen kıskançlık duygusu ilişkiye derinlik, bağlılık katar. Kişilerin bağlanmasını hızlandırır, karşıdaki kişiye duyulan güven duygusunun gelişmesini hızlandırır.
Kıskançlık duygusunu karşımızdakine zarar vermeden göstermek çok zordur. Kıskanmaktan korkmak, bu duygunun açığa çıkmasından kaygı duymak, sık karşılaştığımız durumlardır. Hepimizin içinde kıskansak da bu duygular vardır. Kıskançlık temelde mücadele edilmesi gereken bir duygudur, ancak bu soruna dönüşebilecek duygunun öncelikle kişi tarafından kabul edilmesi gerekir. İkinci olarak kabul edilen bu duygunun karşımızdakine zarar vermeksizin ifadesi gerekir. Üçüncü olarak da bu duygunun anlaşılması ve ilişkide olabildiğince azaltılması için çaba harcanması gerekir. Çünkü kıskançlık karşımızdakine zarar verdiği kadar, bize de zarar verir. Zihnimizi sürekli meşgul eder, kendimize güvenimizi azaltır, gerginlik, tedirginlik oluşturur, psikolojik yapımızı gerer. Gündelik hayatımızı olumsuz etkiler hatta yoğunlaştığı durumlarda, kıskançlık krizleri dediğimiz durumlar ortaya çıkar ve gündelik yaşantımızı tamamen bozar. İşimiz, sorumluluklarımız, ilişkilerimiz bundan zarar görür. Bu nedenle kıskançlık sorununu sadece kıskanılan kişinin hayatını daraltması, ona kendini kötü hissettirmesi üzerinden değil, bu duyguyu hisseden açısından ele almak ve bu duyguyu azaltmak için çaba harcamak gerekir.
Kıskançlık duygusu ilişkinin içinde bulunduğu duruma, zamana göre şekil alır. İlişkinin henüz başındayken oluşmuş kıskançlıklar, sorunlu davranışlardır. Bu kıskançlık, yaşanmış bir ilişkinin üzerine değil, kişilerin karşısındakine duyduğu ihtiyaca binaen ortaya çıkar. Bu durum kişinin ben merkezli bir kişilik yapısının olduğunu gösterir. Karşısındakinin birtakım özellikleri, ilişkiye duyulan yoğun ihtiyaç böyle bir duygunun oluşmasına neden olmuştur. Başından itibaren yoğun kıskançlıklar yaşayan kişiler genellikle hoyrattır. Karşısındakinin ne hissettiğini, neyi beklediğini düşünmez. Ben merkezli oldukları için duyguları da geçicidir. Çok kıskanırken, birden ilişkiden ayrılabilirler.
Paylaşımların yaşandığı bir ilişkide ortaya çıkan kıskançlıklar, karşımızdakiyle yaşadıklarımızı başka birisiyle yaşayamayacak olmamız nedeniyle ortaya çıkar. Bu kıskançlıklar değerlidir. Karşısındaki hoyratça davranmaz, kalbini incitmez, ona değerli olduğunu hissettirir.
Erkeklerin kıskançlığı
İlişkide aldatılmak, erkek için sadece güven kaybı değildir. Aldatılmak çevre tarafından yargılanan bir durumdur. Aldatılmak, kadınlar arasında acınacak, üzüntü duyulacak bir durumken, erkeklerin dünyasında aşağılayıcı durumdur. Hatta bazı erkekler aldatılan erkeklerle arkadaşlıktan kaçınırlar. Aldatıldığı halde ilişkisini yürütmeye kalkan erkeklerin çevresi, sorunu sadece o erkeğin sorunu olarak görmez, bu sorunu ahlaki bir zemine oturtur, toplumsallaştırır ve o erkeği dışlar.
Erkeklerin aldatılmayla ilgili yoğun korkuları kıskançlığın ifade biçimine yansır. Kıskançlığı bir duygu olarak ifade etmek yerine, aldatılma ihtimalini ortadan kaldırmak için, erkek ilişkide yasaklar koyar, takip eder, kontrol eder, denetler.
Kadınlar erkeğe haber vermeksizin (izin almadan) hareket ettiklerinde, erkeklerden aldatılmış gibi tepki görürler. Aldatılma söz konusu olmamasına rağmen, gösterilen bu aşırı tepki, erkeğin bilinçaltından gelen aldatılma korkusunu işaret eder. Erkek bir erkek olarak aldatılmaktan değil, aldatılmış bir erkek olarak toplumun içinde olmaktan, çevresi tarafından bu şekilde algılanmaktan korkar.
Çarpıtılmış kıskançlık dili
Erkeğin ilişkide güçlü taraf olması, sahiplenmesi, ilişkinin motoru olması, kadının sahiplenmeyi sevmesi, erkeğin sınır getiren, yasak koyan davranışlarını meşrulaştırır.
Bazı kadınlar davranışlarına sınır getirilmesini, erkeğin onun davranışlarına biçim vermesini isterler. Bu da başka bir sorundur. Erkeğin aldatılma korkusu yüzünden ortaya çıkan bu aşırı hassasiyetini, sahipleniciliğini bazı kadınlar sevgi olarak değerlendirir. İlişkiyi bu şekilde yaşamayı seven kadınlar, kaybetme korkusuna tahammülü olmayan, ilişkideki bütün sorumluluğu erkeğin üzerine bırakmaya çalışan kadınlardır. Bu da, ilişkinin ilişki olmaktan çıkması demektir.
Kadınlar kıskandığında yasak koymada zorlanırlar. Erkekler, yasaklanmayı, erkekliklerine yapılmış bir saldırı, güçlerini, erkekliklerini yıpratmaya yönelik bir girişim, bir aşağılama davranışı olarak görürler ve buna yanaşmazlar.
Kadınlar da, kıskançlık duygusunu hissettikleri gibi göstermezler. Kıskançlık karşımızdakine ihtiyaç duyduğumuzu gösterir. İhtiyaç duyduğumuz anlaşılırsa bize bencilce davranılmasından korkarız. Bu korkular, endişeler davranışlarımıza yansır ve kıskançlık duygusunu hissettiğimiz gibi yansıtamayız. Korkularımız, kaygılarımız tarafından çarpıtılarak gösterilir kıskançlık duygusu. Çarpıtma davranışları; suçlama, yargılama, umursamazlık, aynıyla karşılık vermedir.
Karşımızdakinin, bizi kıskandığında suçlaması, yargılaması, umursamaz davranması, kıskandığı davranışın bir benzeriyle karşılık vermesi bize kendimizi değersiz hissettirir. “Seni kıskanıyorum” cümlesi kendimizi önemli hissettirirken, çarpıtılmış kıskançlık davranışları bizde olumsuz duygular yaratır, bizi ilişkiden iter.
Yarım saattir ağlayarak sürdürdüğü konuşmasını bitirmişti.
Gruptaki herkes onun durumuna üzülmüştü. Kâğıt mendil yetmemişti, gözyaşlarına.
Bir süre sessizlik oldu.
Ağlaması yavaşladı.
Biraz daha sakinleşince geriye doğru yaslandı.
Gruptaki herkes yorumlarını söylemeye başladı.
Herkes yardım etmeye çalışıyordu ve hiç kimse geribildirimde bulunmuyordu. Herkes bundan kaçınıyordu.
Ama Aykut durmadı.
-Ben yorum yapmak istiyorum ama kendini kötü hissediyorsun, kaldırabilir misin bilmiyorum?
-Tabii ki.
Zaten bunun için burada değil miyiz?
-Açıkçası, yarım saattir ağlıyorsun, ancak nedense ben içimde hiç üzüntü hissedemedim.
Herkes sustu, Gonca dikkat kesildi.
-Üzüldüğünü ve ne kadar yıprandığını gördüğüm halde içimde bu duygu oluşmadı.
Terapist söze karıştı
– İçinde oluşmayan duygu nedir Aykut?
– Gonca’nın eşini gerçekten sevdiğini hissedemedim.
Onu çok sevdiğini, çok üzüldüğünü, kendini çok kötü hissettiğini söylüyor ama ben, eşine âşık, onu seven, onu önemseyen, ona değer veren bir kadın göremedim anlattıklarında!
Gonca hırsla söze girdi.
– Hayır! Yanılıyorsun, sen yaşadıklarımı nereden bileceksin ki!
Onu çok sevdim ben!
Terapist, Gonca’nın gerildiğini görmüştü, onun kendini ifade edip rahatlamasını sağlamak için bir soru sordu:
– Bize anlatır mısın Gonca?
Ama Gonca daha da öfkelendi
– Sevmemiş olsam her gece onu arar mıyım yatağımda? Hayatım mahvoldu, onu düşünmediğim bir tek an geçmiyor, nefes alamıyorum, her gün boğuluyormuşum gibi hissediyorum kendimi. Her gün depresyondayım, aylardır ilaç kullanıyorum toparlanmak için ama olmuyor, kendimi öldürmek istiyorum her gün, olmuyor onu öldürmeyi düşünüyorum, o da olmuyor! Sen de karşıma geçmiş bana bunları söylüyorsun!
Aykut da gerildi Gonca’nın bu tavrı karşısında.
– Niçin bağırıyorsun Gonca? Seni duyuyorum. Yorumumu istedin ama buna saygı göstermiyorsun. Açıkçası gösterdiğin bu tepki hissettiğim şeylerin doğru olduğunu gösteriyor bana. Bana bunu hissettiriyorsun. Onu kıskandığını söylüyorsun, o kadının evine gidip ortalığı ayağa kaldırıyorsun, eşine saldırıp ona zarar veriyorsun, yumrukluyorsun, herkesin ortasında ona hakaretler yağdırıyorsun, onu takip ediyor, kontrol ediyorsun… Sürekli telefonla yoklayıp, bir sürü hakaret içeren mesajlar gönderiyorsun. Sonra da kıskandığını söylüyorsun. Ama sana bir şey söyleyeyim mi; bu kıskanmak falan değil! Bu kıskançlık insana kendini çok kötü hissettirir!
Gonca ayağa kalktı ve bağırmaya başladı.
-Sen kendini ne zannediyorsun! Hayatım hakkında ne biliyorsun da, bunları konuşup duruyorsun lanet olası! İki çocukla ortada kalan benim! O beni kandırdı! Beni sevdiğine ikna etti. Ben onu sevmemiştim, o beni sevmişti. Bu yüzden evlendim onunla. Yıllarca peşimden koştu. Ben uzman olmak istiyordum, hayatıma girdi, yalvardı, yakardı, “git” dedim, “istemiyorum” dedim laf anlamadı. En sonunda mağlup oldum. Evlendikten sonra uzmanlık yaptım, kariyer yapacaktım o kendini kötü hissetmesin diye yapmadım. Çocuk istemiyorum dedim, çocuk diye tutturdu! Çocuk yaptım, onlarla da yeterince ilgilenmedi. Hep siyaset vardı. Siyaset her şeyi oldu. Benimle yeterince ilgilenmedi. Boktan bir evlilik geçirdim on beş yıl boyunca. Ve şimdi hayatına başka bir kadını aldı! Sen de çıkmış karşıma bana ne anlatıyorsun! Ne yapmamı bekliyordun? Salak gibi karşısına çıkayım “hayatım, bak beni üzüyorsun” mu demeliydim sadece, Sonra da defolup gitmeli miydim? Ben salak değilim! Beni kullandı yıllarca ve şimdi de iki çocukla paçavra gibi kenara attı. Çocukları için doğru dürüst para bile vermiyor! Ona hakaret ediyor muşum! Bağırıp çağıyor muşum, millete rezil ediyor muşum da, yok hatunun peşinden koşup tehdit ediyor muşum! İyi yapıyorum, o bunların hepsini hak etti! Hiçbir şeyden haberin yok, sen de burada psikoloji falan filan, anlat dur bunları!
Terapist biraz endişeli
– Otur Gonca, lütfen sakin ol biraz.
Gruptaki herkes sus pus oldu. Herkes şaşkınlık içindeydi.
Aykut “Allah senin kocana sabır versin” diye mırıldandı içinden…
“İnsanların mutlulukları ya da mutsuzlukları, talihin olduğu kadar kendi karakterlerinin de eseridir.”
La Rochefoucauld
SURAT ASMA
-Elif, senin haftan nasıl geçti?
-İyi değil. Eşimle ilişkimiz daha kötüye gidiyor. Konuşmuyoruz.
-Kendini nasıl hissediyorsun?
-Kötü hissediyorum. İçimden bir şey yapmak gelmiyor. Sanki ayrılmak istiyor ama söyleyemiyor. Benim de içimden bir şey gelmiyor.
-Ona karşı ne hissediyorsun?
-Artık bilmiyorum ne hissettiğimi. Kendimi kötü hissediyorum. Onu sevip sevmediğimi de bilmiyorum.
-Ayrılmayı düşünüyor musun?
-Hayır, düşünmüyorum.
-Onunla niçin konuşmuyorsun aranızda olan biteni?
-Konuşmak istemez diye düşünüyorum. Konuşmak istersem yüzünü asacak, bana kendimi daha da kötü hissettirecek.
-Belki de gerçekten böyle olur. Ama konuşmanız gerek. Belki bir rahatsızlığı vardır, belki onu kırmışsındır, belki de onunla konuşmanı bekliyordur?
-Bilmiyorum. Uğraşmak gelmiyor içimden. Hem neden ben konuşmak zorundayım?
-Senden rahatsızlığı var mı? En çok hangi davranışından rahatsız olduğunu söylüyor?
-Surat asmamdan şikâyetçi.
-Surat asıyor musun peki?
-Evet. Aslında surat asıyorum. Beni kırıyor, ilgilenmiyor, ilgilenmesini bekliyorum ama gelmiyor. Kırgın olduğum için öyleyim aslında.
-Kırgınlık ile surat asmak arasında farklar vardır. Kırgınsan eşin bunu hissederdi, bu davranışını surat asmak olarak yorumlamazdı. Kırgınken üzgünüzdür ama iletişimden kopmayız. Sesimizin tonunda kırgınlık vardır. Yapmamız gerekenleri yine yaparız sadece eskisi kadar neşeli değilizdir. Gergin ya da huzursuz da değilizdir. Surat astığımızda ise az konuşuruz, hatta konuşmaktan kaçınırız. Gerginizdir. Sen surat mı asıyorsun yoksa kırgın mısın?
-Sanırım surat asıyorum. Ama ben onu surat asmak için yapmıyorum, kırıldığımı anlasın diye yapıyorum. Kırıldığımı, ne kadar üzüldüğümü anlasın ve benimle ilgilensin diye yapıyorum.
-Ancak, sergilediğin davranış kırgınlık belirtisi değil. Kaldı ki kırgınlık, hissedilip yaşanacak bir duygudur, kasıtlı olarak meydana getireceğimiz bir davranış değildir. Ne var ki, surat asmak bir davranıştır, duygu değildir. Kırgın olduğumuz zaman karşımızdaki bizim bu durumumuza üzülürken, surat astığımızda karşımızdaki kendini kötü hisseder.
-Yaa ben kötü bir şey yapmıyorum ki! Benimle ilgilensin istiyorum, onun için yaptığım bir şey bu. Bu kadar mı kötü yani? Bütün kabahatim bu mu? Bence o beni sevmiyor. Bunun bahane olduğunu düşünüyorum ben.
-Bence onu görmüyorsun. Karşındaki hakkında önyargıda bulunuyorsun. Onun duygularını sorguluyorsun. Onun rahatsızlığını anlamaya çalışmak yerine, onu dürüst olmamakla, seni sevmemekle suçluyorsun. Surat asmak karşımızdakine kendini çok kötü hissettirir Elif. Karşımızdaki hata yaptığı hissine kapılır, sanki bir hata yapmıştır ve bizim tarafımızdan cezalandırılıyordur. Kendini suç işlemiş gibi hisseder; ancak ne yaptığını da bilmez. Kendisine niçin böyle davranıldığını anlamaz. Sorar, niçin böyle olduğunu ve genellikle “hiç” diye bir karşılık alır. Çünkü surat asan taraf, niçin böyle davrandığının sorgulanması yerine onunla ilgilenilmesini ister. Bu yüzden cevap vermez. Bu durum karşısındakine kendini daha da kötü hissettirir. Surat asmak, karşımızdakine cezalandırılıyormuş, çocuk yerine konuyormuş hissi verir ve bu duygu onu yorar. Bu davranışın sürekli tekrarlandığını, her gün evde gerginliğin olduğunu ve bu yüz ifadesiyle yaşandığını düşün, insan gerçekten kendini kötü hisseder böyle bir evlilikte. Sen bunu seninle ilgilensin diye yapıyorsun, onu cezalandırmak için değil, evet… Ama karşındakine bu böyle yansımıyor, kendini daha kötü hissettiriyor. İlgilensin diye yaptığın bu davranış, karşındakini senden daha da uzaklaştırıyor. Surat asmanın eşine ne kadar zarar verdiğini göremiyorsun; çünkü karşındakini tam olarak anlamaya çalışmıyorsun. Sen kendi duyguna bakıyorsun. Sen, onu ilgilensin diye yapıyorsun ve kötü bir niyetin yok, eşinin ne hissettiğini bu yüzden göremiyorsun, şikâyetlerini basite indirgiyorsun ve başka bir sorun olduğunu, seni sevmediğini düşünüyorsun. Ben bu davranışınla karşındakinin açısından olaylara bakamadığını düşünüyorum Elif…”
Surat asmak bir davranıştır
Kadın-erkek ilişkilerinde “surat asmak” sık yaşanan tepki biçimlerindendir. Surat asmak öfkenin bir tezahürü olarak yorumlanır. Bu yorum kısmen doğruyu yansıtsa da, eksik bir yorumdur ve bu eksik yorum, kişinin karşısındakine nasıl davrandığı hakkında özeleştiri yapmasına engel olmaktadır.
Surat asmak kızgınlık, öfke yansıması değildir. Öfke, kızgınlık kişide o an yaşananlar neticesinde ortaya çıkan bir duygusal tepkidir. Kızgınlık, karşımızdakinin bize zarar vermesine karşılık, o anda vücudumuzda ortaya çıkan duygusal ve fiziksel tepkidir. Öfke, vücutta oluşan duygusal durumdur. Bazen birkaç dakika bazen birkaç saat süren bir duygu durumudur. Tüm gün boyunca, hatta günler, haftalar boyunca sürmez. Günlerce, haftalarca süren surat asmalar kızgınlık, öfke olarak değerlendirilmez. Surat asma davranışının oluştuğu andaki duygusal durum ile kızgınlık anındaki duygu durumu ve fizyolojik belirtiler birbirine yakın olduğu için bu ikisinin karıştırılmasına neden olmaktadır. Birbirine karıştırılan bu durumda çok önemli bir ayrıntı unutulur: Öfke kendimizi korumak için geliştirdiğimiz bir içgüdüdür; surat asmak ise bir davranıştır.
Duygu ve davranışın ilişkilerde farklı anlamları vardır. Duygu, sadece bizi ilgilendiren bir hususken, davranışlarımızın muhatabı karşımızdakidir; yani duygu davranışa dönüşmüş, karşımızdakini de ilgilendirir hale gelmiştir.
Surat asmak bir duygu değildir; davranıştır. Bir duruma karşı iç dünyamızın, vücudumuzun geliştirdiği duygusal bir tepki değildir; bir tutumdur.
“Küçük insanların büyük gururları olur.”
Voltaire
REKABET
Rekabet, iki kişi arasındaki üstünlük mücadelesidir. İki kişi arasında yaşanan üstünlük mücadelesi, niçin kadın ve erkek ilişkisinde olsun? Taraflar böyle bir duruma niçin girsin? Kadın-erkek ilişkisinde bu durumun ortaya çıkması ister istemez bu soruları akla getiriyor.
Rekabet daha çok hemcinslerimizle olan ilişkilerde ortaya çıkar. Hemcinsimizden daha güzel, daha zeki, daha zengin, daha statülü olmak… Belki de başka kıstaslar… Tüm bu davranışlar ve duygular psikolojik açıdan sorun olduğunu gösterir. Başka birinden üstün olma arzusu, başka birinden aşağıda kalma endişesiyle yapılan davranışlar ilişkileri bozar, dengemizi alt üst eder, mutsuz bir hayatı getirir.
Karşı cinsle ilişkilerimizde rekabet hissettiren davranışlar, kendimizi karşımızdakinden daha eksik, daha zayıf hissetmemek için sergilediğimiz davranışlardır. Karşı cinsle girişeceğimiz, yapacağımız rekabetin bize faydası yoktur. Ondan daha zeki olduğumuzu, daha çalışkan olduğumuzu göstermeye çalışmak, kendimizi ondan eksik bulduğumuzu gösterir. Gerçekte bir rekabet söz konusu değildir. Arada bir yarış yoktur, olamaz da. Çünkü aynı özelliklere, aynı yapıya sahip değilsinizdir. Rekabet denk güçlerin mücadelesidir.
Buna rağmen ilişkide rekabet, önemli sorunlardan biridir. Birçok ilişkinin bitişinde önemli bir sorun olarak ortaya çıkar. İlişkide rekabetle ilgili şikâyetler, daha çok erkeklerden gelir. Kadınların kendileriyle yarıştıklarından şikâyet ederler.
“Benimle yarışıyorsun!”
Erkekler; “Bana cevap veriyor, bana karşılık veriyor.” şikâyetlerinde bulunurlar sıkça. Kadınların kendilerinin bastırılmasına karşı gösterdikleri tepkiler, erkeğin bu şikâyetlerini ortaya çıkartır.
“Benimle yarışıyorsun!”
Tartışma sırasında, kadın tıpkı erkek gibi kendini ifade etmeye çalışır. Hakaret, küfür, suçlama, yargılama hatta şiddet kullanma gibi durumlarda kendini gösterir. Tıpkı erkek gibi kadın bu davranışlara rekabet etmek için değil, kendini korumak için başvurur. Rekabet etmek için bu davranışları sergilemez. Erkek nasıl kızarsa o da kızar, sözleriyle kadının canını nasıl yakıyorsa, o da yakıyordur. Kadın bunları tepki vermek için yapar, rekabet etmek için değil. Ancak, erkek bu davranışlarla karşı karşıya kaldığında “Bana cevap verme!” talebiyle bastırmaya çalışır kadını. Bu tavır ayrıca tartışmaya, kavgaya sebep olur. Çünkü erkeğin söylediği bu söz kadında, bastırılmaya çalışıldığı, kişiliğinin yok sayıldığı, kontrol altına alınıp ezilmeye çalışıldığı, sindirilmek istendiği hissini yaratır. Kendisinin yok sayılmasına tepki gösteren kadın “Niçin cevap vermeyecekmişim, benim dilim yok mu!” diyerek çıkışır. Bu çıkış, erkek tarafından kadının kendisiyle yarışması olarak algılanır, değerlendirilir ve daha üst düzey bir sertlikle tepki gösterir.
Kadın ve erkek arasındaki bu tartışmaya dışarıdan baktığımızda, tartışmayı başlatanın, tırmandıranın erkek olduğu görülür. Erkek, kendi davranışına kadının benzer bir tavırla karşılık verdiğini gördüğünde, tepki düzeyini bir basamak yukarı çıkartır. Bu çıkış hakaret, suçlama, yargılama olarak tırmanır. Erkek bu davranışları sergilerken, kadın kendini kötü hisseder ve o da tepki göstermeye başlar tıpkı erkek gibi. Farkında olmadan aynı şekilde karşılık verir. Niyeti karşılık vermek değil, kendini erkeğin verdiği zarar verici davranışlardan korumaktır. Suçlama, yargılama, hakaret davranışlarını o da kullanır.
Karşılıklı yükselen tepki biçimi erkek tarafından beslenir. Erkek, kadının kendisiyle rekabet ettiğini, yarış içinde olduğunu söylerken aslında kendi yaptığının farkında değildir. İlişkide rekabet etmeye çalışan erkektir.
Erkek, verdiği tepkilerle kadını bastırmaya çalışır, kadınsa kendini korumaya çalışır. Üstünlük kurmaya çalışan erkektir. Bunu başaramadığını hissettiğinde de, amansız bir yarış başlatır. Erkeğin kadını alt etmek için giriştiği bu yarışta, kadın kendini korumaya çalıştıkça sorun derinleşir.
“Kadın benimle yarışıyor, benimle rekabet ediyor.” derken, erkek aslında kendini anlatmaktadır. Erkek “kadınla rekabet ediyorum; çünkü benim üstün olduğumu bir türlü kabul etmiyor.” demeye çalışmaktadır.