NEDEN ÇİFT TERAPİ ALMALISINIZ?
“Aile ya da çift ilişkilerindeki sorunlar psikoterapinin alanı mıdır?”
sorusunu sormuş ve böyle bitirmiştim önceki yazımı…
İlk olarak şunu belirtmek gerek;
çift sorunlarıyla ilgili “klinik tanılama” yok.
Çiftlerin sorunlarına dair ne “bozukluk” ne de “hastalık” olarak klinik bir kriter yok.
Ancak, ICD ve DSM de bir kriterin bulunmaması çiftin sorunlarının psikoterapi dairesinin dışında olduğunu göstermez.
Çünkü, Psikoterapi sadece “kişilik bozuklukları” ve “nevrotik” hastalıklarla ilgilenmez.
Yani Psikoterapi’nin işi sadece “anormal” olanla değildir.
Kişiler herhangi bir hastalıkları olmasa da psikoterapi görebilirler. Kaldı ki bir Psikoterapi yöntemi olan Psikanaliz’e göre insan zaten varoluşu gereği hastadır, nevrotiktir ve psikanalitik terapiden geçmelidir.. Tanı taşımıyor olması önemsizdir, bizatihi insan olması onu psikoterapisinin “nesnesi” kılar.
***
Şimdi görüşüme geçeyim; çift ilişkilerinin psikoterapinin alanına girdiğini düşünüyorum.
Neden:
- Dil (linguistik) sorunu
“Dil sorunu” çift ilişkilerindeki en önemli sorunlardan biridir. İlişkide ortaya çıkan tüm sorunların çözümünün imkan ya da imkansızlık zemini dildir. Doğal olarak dille ilgili sorun ilişkideki diğer tüm sorunların çözümünde ya da çözümsüzlüğünde belirleyici olur.
“Kişilerin kullandıkları kelimelerin anlamıyla yansıtmak istedikleri duygu ve düşünce arasındaki fark”; dil sorununun en önemli nedenidir.
Kişiler, çoğu zaman anlatmak istedikleri duygu ve düşünceleri için doğru kelime/kavramları kullanamazlar. Çiftin kelimelerin içini “kendince” doldurması bu tabloyu ortaya çıkartır.
Örneğin, iki tarafın “değer” kelimesine yüklediği anlam farklıysa ve bu kelime dil içindeki karşılığıyla kullanılmıyorsa iletişim ketlenir. “Sevgi”, “aşk”, “çaba”, “korku”, “endişe”, “ihtiyaç”, “istek” ve daha pek çok soyut kavrama yüklenen “anlam farkı”, ilişkinin iletişim sağlığının ölçütü olur.
“Beni sevmiyorsun” “bana değer vermiyorsun” diyen birinin muhatabı çoğu zaman şaşkınlık içindedir ve
“Sevmesem neden seninleyim” diye iç geçirir..
Dil sorunu buradadır.
“Beni sevmiyorsun” ya da “değer vermiyorsun” diyen kişi, ASLINDA ne demek istemektedir?
Türkçe kelime sayımız 78 bin olmasına rağmen, günlük kullandığımız kelime sayısı 400’ü geçmiyor. Gündelik kelime sayımız 400 civarında olması bizim bir kelimeyi birden fazla anlamda kullanmamıza neden oluyor. Örneğin “beni sevmiyorsun” cümlesiyle kişi
“benim duygularımı önemsemiyorsun”
“beni beğenmiyorsun”
“bana aşık değilsin”
“beni arzulamıyorsun”
“benim istediklerimi umursamıyorsun, yapmıyorsun”
Kişilerin duygularını ifade edebilmesi için bu rakamın en az 1000 civarında olması gerekir. İngilizcede günlük dilde kullanılan kelime sayısı 1000-3000 civarında. Bu açıdan Türkçeye göre daha işlevsel bir dildir.
İlişkilerde karşı tarafın kullandığı kelimeyi onun kullandığı anlamda değil de kendi kullandığımız anlamda “anlama” eğiliminde oluruz. Bu da aynı dili “konuşmamak” demektir. Farklı dilde konuşmadığınızı düşündürten şey kelimeleri tanıyor ve kullanıyor oluşunuzdur. Bu tanıdıklık karşı tarafın bir gün sizi anlayacağını umudunu yaratır. Ve sizi içinden çıkamayacağınız bir döngünün içine sokar.
Psikoterapinin ilgilendiği konulardan biri dildir. Psikoterapi seansı analizi dil üzerinden gerçekleştirir. Kişinin duygularını fark etmesini ve onu doğru kelimelerle ifade etmesini sağlar. Dil ve düşünce/duygu arasındaki çarpıklık ya da mesafe analitik çalışmayla ortadan kaldırılır. Doğru ifade, kişi duygusunu kavradığında yansıttığında ortaya çıkar.
Dil konusundaki sorunlardan bir başkası, cinslerin “konuşma” alışkanlıklarıdır. Araştırmalar kadınların günde kullandığı kelime sayısını ortalama 20 bin bulurken, erkeklerin kullandığı kelime sayısı 7 bin civarındadır. Kelime sayısındaki farklılık, çiftlerin iletişimle ilgili beklenti farklılığını da gösterir. Doğal olarak iletişim çatışmasının nedenlerinden biri, bu farktır.
Dil’le ilgili bir başka sorun, kişilerin “beklentilerini tanımlama” farklılığıdır. İlişkide beklentinizi 3 derecede ifade edebilirisiniz:
“ihtiyaç”, “istek”, “dilek”.
Beklentinizi hangi kelimeyle derecelendirirseniz, beklentinizin yoğunluğu da o dereceyle yansıtmış olursunuz. Karşı taraftan da karşılanma derecesi bu şekilde olur. Bir ihtiyacın dilek olarak ifade edilmesi karşılanma derecesini düşürür. Karşılanmayan beklenti dilek değil ihtiyaçtır. İhtiyacınız reddedilmiş gibi bir duygusal tepki gösterdiğinizde bu durum karşı taraftan algılanmaz. Bu da çatışma zeminidir.
Bu konuda bir başka sorun ise kişinin egosantrik bir tutumla isteğini de dileğini de “ihtiyaç” gibi tanımlaması, karşı tarafa bu şekilde sunmasıdır. Bu yoğun bir ihtiyaç listesinin karşı tarafın önüne çıkartılması anlamına gelir. Dileğin isteğin ihtiyaç gibi yansıtıldığı bir beklentiyi kim karşılayabilir? Bu karşı taraf için yüktür, öfke yaratır!
Sorumluluk, vazife, yardım, destek gibi kavramların algılanışı ve yaşantılanmasında da Dil açısından benzer bir karmaşa söz konusudur…
- Duygusal yeterlilik
Duygusal yeterlilik, “kişinin kendi duygularını hissetme, tanımlama, karşı tarafın duygularına duyarlılık geliştirme, anlama, hissetme yetilerini” içerir. Kişilerin, gerek kendilerini tanımamaları gerekse çocukluk döneminden getirdikleri “duygulara karşı savunma” davranışları nedeniyle “duygusal yeterlilikleri” gelişmeyebilir.. bazen de kişiler yaşadıkları acı verici bir deneyim nedeniyle var olan yeterliliklerini kaybedebilirler.
Duygusal yeterliliği olmayan biri sorununun ne olduğunu anlayamaz, anlayamadığı sorunu anlatamaz.. böyle biri kendini anlamadığı için karşı tarafı anlayamaz. İnsanın karşısındakini anlamasının yolu, “kendini” anlamaktan geçer.. ayakkabılarımız farklı olsa da aynı yolu yürüyoruz!..
“Duygusal yeterlilik” sorunu Psikoterapinin çalışma alanlarından biridir. Ve bu sorunun yaratacağı olası olumsuz sonuçlar da orada yapılacak çalışmanın, psikoterapötik çalışmanın konusudur.
- Anxiety ile baş etme stratejileri
İlişki krizlerinde yaşanan anxiety (kaygı), insanın varoluşuna dair temel bir kaygıdır. Çocuk varoluşunun sorumluluğunu anneye, anxiety’sini (kaygısını) de anneyle olan ilişkisine transfer eder. Doğal olarak varoluş anxety’si annenin varlığı ya da yokluğuyla ilgili (ilişki) anxiety’ye dönüşür. Bu nedenle ilişkilerde ortaya çıkan her gerilim, gerçekte kişinin varoluşuyla ilgili kaygıdır.
Kaygıyı “yönetme biçimi” kişiden kişiye değişir. Kaygıyı yönetme stratejileri anne ya da annenin yerine geçen nesneyle ilişkide edinilir. Bu nedenle, psikoterapi görüşmelerinde çiftlerin kendi aralarındaki gerilimi nasıl yönettikleri işlenirken, ikinci soru “annenizle gerilimi nasıl yönetiyorsunuz” olur. (ilk soru “partnerinizle ilişkideki gerilimi nasıl yönetiyorsunuz”dur)
Örneğin, İlişkideki gerilim anında taraflardan birinin “bir an önce konuşarak” kişisel gerilimini dindirme ihtiyacı diğer tarafın “sakinleştikten sonra iletişime geçerek ve konuşarak” kişisel gerilimini dindirmeihtiyacına zıttır. Bu zıtlık yaşanan gerilimi daha da derinleştirir. Çünkü artık tartışmaya neden olan sorundan daha önemli olan, “varoluş anxietysi”nin dindirilmesine dair ihtiyaçtır.
Karşılanamaz! Çünkü, “biri için güvende hissetme durumu diğeri için tehdittir”. Böyle bir durumda artık tartışma konusunun nesnesi de değişmiştir. Tartışmaya neden olan konu kenara bırakılır, tartışma sırasında sergilenen davranışlar öne çıkartılır. Taraflardan birinin ağlayan, yalvaran ve bu davranışlarıyla karşı tarafa kendini suçlu ve sıkıştırılmış hissettiren ya da bunun tersi olarak agresyonu öne çıkarttığı tepkiler söz konusuyken, diğerinin tartışmayı kesmek, iletişimi engellemek, ortamı terk etmek, ilişkiyi bitirmeye kalkmak gibi diğerinin anxiety’sini derinleştiren tepkiler vermesi söz konusu olur…
Bu tablo iki tarafın zıt tepkilerle gerilimi yönettiği ilişki durumunda ortaya çıkar. İlişkide gerilim anında iki tarafın da anxiety’e pasif (tepkisizlik, içe dönme) cevap vermesi ya da her iki tarafın agresyonla yönetmesi başkaca zorlukla çıkartır. Haklılık hezeyanı, baskı, kontrol davranışları ve bunun gibi daha pek çok farklı gerilim stratejisinin çift taraflı ya da farklılık olarak ilişkide yaşantılanması ilişkide farklı farklı sonuçlar yaratacaktır.
Psikoterapinin görüşmelerde çalıştığı konulardan önemli konulardan biri de “anxiety stratejileridir”.
- Psikiyatrik Epidemiyoloji
Psikiyatrik tanıyı gerektiren hastalıkların ve bozuklukların kişilerin ruh sağlığına etkisinin dışında, çevresindeki insanların duygu durumları üzerinde de etkisi vardır. Bu etki sadece olumsuz duygu durumu yansıması olarak kalmaz, çift arasındaki iletişimi de etkiler. “Ruh sağlığı” sorunları çiftin yeterli iletişim kurmasını engellemesinin yanı sıra, ilişkideki pek çok sorunun da görmezden gelinmesine, ötelenmesine neden olur.
Alt başlıklar halinde açayım:
- Kişilik bozuklukları:
Taraflardan birinin klinik anlamda tanımlanabilecek kişilik bozukluğu, (antisosyal, bağımlı kişilik, narsizm, paranoid, obsesif kişilik bozukları vs.. tanımlanmış 10 kişilik bozukluğu var) çift arasındaki “iletişimi sabote” eden önemli etmenlerden biridir.
“Kişilik bozukluğu olan tarafın tedavi olması gerektiği ve çiftin sorunu olarak görülmemesi gerektiğini” gerektiğini düşünebilirsiniz. Ancak kişilik bozukluğu olan kişiler bu sorunlarını kabul etmezler. Sorununu kabul edenlerse sorunu çözme konusunda çoğu zaman isteksizdir. Borderline kişilikte olanlar, bağımlı kişiler, narsistler, paranoid ya da obsesifler kendilerinde sorun olduğunu düşünmezler… Genelde sorunu “dış” dünyaya ararlar. Kendilerinde sorun olduğunu düşünseler de nihayetinde öyle olmalarının nedeninin çevreleri olduğunu dile getirirler.
“Kişilik bozuklukları” kişiye bulaşan bir hastalık değil de kişinin özüne ait bir sorun olduğu için, kabulü en zor, ruh sağlığı içinde tedaviye en dirençli gruptur. Kişilik bozukluğu hayat boyu devam eder. Pek çoğunda çözümlenemez. Bu kişilerin hayatla olan iletişim sorunu derinleşir, derinleştikçe ilişkileri daha da sorunlu hale gelir.
Çift terapi görüşmesi uzmanın bu yönde klinik bilgisi ve becerisi yoksa, bu sorunu saptamakta, bu sorunun ilişkiye olan yansımalarını görmekte ve kontrol altına almakta yetersiz kalacaktır.
Bizim toplumumuzda;
obsesif kişilik bozukluğu yüzde 8’e,
narsist kişilik bozukluğu yüzde 5’e,
antisosyal kişilik tanısı alacak düzeyde klinik belirti gösteren kişi sayısı yüzde 3’e,
borderline kişi sayısı ise yine yüzde 3’e yakındır.
Toplam kişilik bozukluğu istatistiği yok, ancak bu kadarı bile oranın yüzde 20’den fazla olduğunu gösteriyor. Bu veriye klinik düzeyde olmasa da buna yakın belirti sergileyen kişileri de eklersek, kişilik bozukluğu sorununun çift ilişkilerinde süreci sabote eden önemli bir etken olduğunu görürüz.
Bu kişilerle ilişki yaşayanlara “bu sorunun çözümünün olmadığını, değişimin mümkün belirtip ayrılmalarını tavsiye etmek” hem gerçekçi hem de rasyonel değildir! Kişilerin karşısındakine geliştirdiği bağ, dışarıdan birinin “bu düzelmez ayrıl” demesiyle kopmaz. Kaldı ki böyle bir yönlendirme, karar verici rol üstlenme kimsenin haddi de değildir. Kişiler bu yönüyle ilişkide rahatsız olsalar da başkaca tatmin edilen duyguları nedeniyle bu ilişkiyi sürdürmek istiyor olabilir. Tavsiyede bulunulduğu gibi bir durum söz konusuysa da terapistin işi diğer tarafın bu neden yapamadığını, çifti bu ilişkide tutan şeyin ne olduğunu anlamak ve onların görmesini sağlamaktır, kişilerin ilişkileri hakkında karar verici bir rol üstlenmek değildir!
- Bağımlılık sorunları; alkol, kumar, uyuşturucu vs.
Bağımlılık sorunları da ilişkilerde sık görülen ve çift arasındaki iletişimi zorlaştıran bir başka husustur. Çoğu zaman ilişkideki iletişim sorunlarını gölgeler, sorunu “tekilleştirir” (sorunun tekilleşmesi; bir sorunun diğer problemleri manüple etmesi, kendi içine çekmesidir). Bu durumda İlişkide olağan olarak var olan tüm sorunlar bu sorunun arkasına gizlenmiş olur. Bağımlılığı olan kişi karşılamadığı beklentiler için mazeret olarak bunu öne sürer:
“Bağımlı olmasaydım yapardım, kurtulabilirsem yapacağım, sorun sen değilsin!”
Diğer tarafın bağımlılığı İlişkideki sorunlarla yüzleşmek istemeyen taraf için de güçlü bir mazerettir:
”Bağımlı olmasaydı yapardı, kurtulsun yapacak!”
Çiftin sorunları bu sorunun üzerine yansıtıldığında iki taraf da asıl sorun buymuş, bu sorun çözülse ilişkideki tüm sorun çözülecekmiş hezeyanına kapılır. Bağımlılık, kendisinin yıkıcı etkisinin dışında çiftin ilişki sorunlarını manüple ettiği için de ilişkiyi sabote edicidir.
Bağımlılığı da kişilik bozuklukların da olduğu gibi “tedavi edilmesi gereken bir sorun” olarak görülüp, çift terapinin konusu olmadığı söylenebilir. Ancak kişilik bozukluğunda olduğu gibi “bağımlılar” da bağımlı davranışa duydukları ihtiyaç nedeniyle durumlarını kabullenmezler. Kabullendiğini ifade edenlerin büyük kısmı ise yoksunluk yaşadıklarında ya da hayatlarında zorlandıklarında bu davranışa geri dönerler. Bağımlıların çok azı bu davranıştan tamamen kendini kurtarır.
Kumar, içki ve uyuşturucu en sık görünen bağımlılık davranışları olsa da bugün internet ve sosyal medya bağımlılığı sayısal olarak bunların üstüne çıkmış durumda.
Hayatlarında bir dönem aktif olarak kullananlar dikkate alındığında;
Esrar kullanımında yaşam boyu yaygınlık, yetişkinlerin yaklaşık %22’si,
kokain %3,9’u,
ekstazi %3,1’i
ve Amfetaminler ise %3.5’idir.
Bir başka istatistiki veride ise Türkiye’de bağımlı klinik tanımını alacak kişi sayısının 10 milyon olduğu belirtilmektedir.
Sadece online kumar bağımlısı 1.5 milyon insan söz konusudur ve burada dönen para yıllık 1 milyar tl civarındadır.
Yeme bağımlılığı (obez) oranı yüzde 20.5
Sık alkol kullanan kişi sayısı yüzde 7 civarındadır
İnternet bağımlılığı ise yüzde 13 civarındadır…
Bu istatistikler bize neredeyse iki çiftten birinde bu klinik durumla karşılaşabileceğimizi göstermektedir. Bu klinik durumun çiftin ilişkisini etkilemeyeceği düşünülemez.
- Nevrotik ve psikotik hastalıklar
Türkiye’de 15 milyon psikiyatri hastası var.
Her 4 kadından birisi depresyon geçirirken, bu oran erkeklerde yüzde 3.
İPSOS araştırma şirketinin hazırladığı “Ruh Sağlığı Raporu 2024” raporuna göre,
Türkiye’de ruhsal bir hastalıktan mustarip olanların oranı:
yüzde 38.
Almanların yüzde 31’i ruhsal bir hastalığı olduğunu beyan etmektedir.
Çin ve Tayland’da da hemen hemen aynı seviyedeyken, ABD’de bu rakam yüzde 40’a varmaktadır. Türkiye, yüzde 38 ile listede 2.sırada yer alıyor.
Tanı koyacak düzeyde Obsesif Kompülsüf Bozukluk oranı yüzde 3’tür.
Bu tabloya psikotik vakalar eklendiğinde ülkemizde iki kişiden birinin ruhsal açıdan klinik düzeyde sorunu olduğunu görürüz. Ruh sağlığı yerinde olmayan birinin kendisine olduğu kadar çevresindekilere olumsuz yansıması olur. Bu sorunlar nedeniyle iletişimle ilgili sorunlar yaşanacağı da aşikardır.
- Cinsel işlev bozukluklar
İstatistik olarak;
Kadınların %45.1’inin disparoni’den (ağrılı cinsel ilişki) şikayet ettiği görülmüştür
Amerika Birleşik Devletleri’nde yapılan bir çalışmada
kadınların % 40’ı, erkelerin ise %30’unda “cinsel işlev bozukluğu” saptanmıştır.
Kadınlarda en çok yaşanan sorun % 22 ile cinsel isteksizlik, erkeklerde %21 ile erken boşalma bulunmuştur..
Çalışmaya katılan her 4 kadından birinde orgazm bozukluğu, 5 de birinde vajina kuruluğu bulunmuştur.
Türkiye’de yapılan bir çalışmada cinsel işlev bozukluğu nedeniyle kliniğe başvuran kadınlarda en sık görülen sorun;
%41 ile vajinusmus ve %17 ile orgazm olamama olduğu saptanmıştır.
Premature Ejekülasyon (erken boşalma) erkeklerde en sık rastlanan cinsel işlev bozukluğudur. Genel olarak tüm erkeklerin yaklaşık %25 ‘inin yakındığı bir sorun olduğu gözlenmiştir.
Araştırmalara göre empotans (sertleşme) sorunu 40-70 yaş arası erkeklerin %70 görülmektedir ve yaşam kalitelerini olumsuz olarak etkilemektedir.
28 bin erkek üzerinde yapılan başka bir araştırma sonucunda 20’li yaşlardaki erkeklerin %8’inde; 30’lu yaşlardaki erkeklerin ise %11’inde sertleşme sorunu olduğu sonucuna ulaşılmıştır. Bu oran 50 yaş üstü erkeklerde %50 civarında seyretmektedir.
Yukarıdaki istatistikler hemen her iki çiftten birinin klinik düzeyde tanımlanabilecek cinsel işlev bozukluğu yaşadığını gösterir. Cinsellikle ilgili sorunun utanç nedeniyle gizlenmesi dikkate alındığında bu rakamların daha yüksek olacağı ihtimalini dikkate almak gerek. Zaman zaman şartlardan kaynaklanan bir sorundan değil, süreğen bir bozukluk olarak tanımlanabilecek hastalıklardan bahsediyoruz!
Doğal olarak tedavi gerektiren bu durumların tedavi edilmezse çiftin ilişkisini olumsuz etkileyeceği de ortadadır. Cinsellikle ilgili sorunların konuşulmakta zorluk çekilmesini de dikkate aldığımızda, cinsel işlev bozuklukları çiftin ilişkisini sabote edecek sorun potansiyele sahip olduğu görülür. Bu durum çiftin sorununun psikoterapi alanına dahil olduğunu, uzmanın bu alana hakim olması gerektiğini göstermektedir.
- Transferans sorunları
“Transferans” ve “Kontransferans” sorunları çift görüşmelerinde ortaya çıkacak ve sıkça karşılaşılabilecek durumlardır. “Aktarım” ve “karşı aktarım” olarak tanımlanır. Aktarımlar çiftin seanslarını olumlu şekilde de etkiler ancak genelde olumsuz sonuçlar yaratır. Uzmanı danışanlardan birinin “yanında” diğerinin “karşısında” pozisyon almaya zorlayan danışan tutumları ya da uzmanın kendi kişisel özelliklerinden kaynaklanan nedenler sonucu çiftin “birine yakın” “diğerine uzak” mesafede konumlanması görüşmeleri sabote eder.
Uzmanın ilişkiler üstüne kendi hayat görüşünü çifte yansıtması görüşmelerde sıklıkla karşılaşılan bir durumdur. Danışan çiftin kendi haklılığını ortaya koymak ya da kendini savunabilmek için başvurduğu
“sizce de öyle değil mi”,
“siz de bir şey söyleyin”
gibi cümlelerle başlayıp, söz konusu tartışmada doğru davranışın ne olduğu konusunda uzmanın bir uzman görüşü olabilmiş gibi yaratılan durumlara uzmanın cevap vermesi ya da uzmanın bizzat kendisinin kendi doğrularını karşı tarafa çözüm olarak sunması, görüşmeleri sakatlar.
“Transferans” çözümlemeleri hususunda eğitim görmemiş tüm uzmanlar için danışanlarının yaşamlarını sabote etmek, her zaman ihtimal dahilindedir.
***
Bu başlıkların dışında psikoterapinin alanına giren bağlanma sorunları, bağlanma şemaları, birincil aile ilişkilerinin çift ilişkilerindeki tutumları belirleyen kişisel öyküleri, bu öykülerin analiz edilmesi gibi alt başlıklar da söz konusudur. Ben sık karşılaşılan ve psikoterapinin alanına giren sorun başlıklarını öne çıkartmaya çalıştım…
***
Bu makaleyi çiftin neden bir çift terapistiyle çalışması gerektiğini, çift ilişkisinin neden psikoterapinin konusu olduğunu açıklamak için yazmış olsam da günün sonunda, modern toplumda sorun yaşayan her çiftin kendi ilişkilerini analiz etmeye ihtiyaç duyduklarını düşünüyorum. Bu tür bir çalışmanın evli ya da flört ilişkisi olan çiftlere ilişkileri hususunda ışık tutabilir düşüncesindeyim.
İlişkilerden beklentilerin tümden değiştiği bugün, geçmişin çözüm yöntemlerini kullanmaya çalışmak, işe yarar bir davranış değildir. Eski alışkanlıklara gönderme yaparak “çift terapistlerine gitmenin anlamsız olduğunu” düşünenler, ilişkilerin geçirdiği evrimi göz ardı etmektedir.