İLK SÖZ
Merhaba,
Hayatımın son beş yılı, aynaya baktığımda gördüğümün kim/ne olduğunu sormakla geçti. Halen de böyle… Aynadaki yansımamda gözlerimin arkasından bana bakan kim?
İçimde bir his;
gördüğüm şeyin “ben” olmadığını söylüyor. Benim, aynadaki yansımamdan bana bakan gözlerin arkasında olduğumu söylüyor.
Gözlerimin arkasından bana bakan boşlukta olduğumu…
Göremediğim, dokunamadığım, hissedemediğim o boşlukta. Benliğim orada, o karanlık boşluğun içinde,bir yerde…
Daha içsel sorular:
Benlik boşlukta mı?
Yoksa benliğin kendisi boş mu?
“Ben” diye tanımladığımız ‘şey’, bizde başkalarının gördüğünden mi ibaret?
Sahi, kimsin sen?
Nasıl tanımlıyorsun kendini?
“Ben kimim?”sorusuna verdiğimiz cevaplar, başkalarının bizde gördüklerinden ibaretse;
cinsel kimliklerimiz de öze ait olmayan, başkasının bizde gördüğü bir yargı mıdır?
Erkek ve kadın oluşumuz?
Onlarda “özümüze” ait olmayan, başkalarının bizde gördüğü şeyler mi?
Anne-baba olmak, kardeş-arkadaş olmak, eş-sevgili olmak, meslek sahibi ya da sosyal-siyasal kimliklere sahip olmak gibi midir; erkek ya da kadın olmak?
Charles Manson.
1934 doğumlu. 16 yaşındaki hayat kadını bir anneden doğmuş, defalarca hapse girmiş çıkmış, hiçbirini kendisinin işlemediği ve içlerinde Polonyalı ünlü yönetmen Roman Polanski’nin hamile eşinin de olduğu sayısı bilinmeyen seri cinayetlerin katili suçlamasıyla ceza evinde… Felsefi derinliği nedeniyle bir tarikata, müritlere sahip ve cinayetleri bu müritlere işlettiği düşünülen, lehinde/aleyhinde şarkılar bestelenmiş-fan kulüpleri kurulmuş, filozoflukla delilik arasında bir zihinle, Kaliforniya’da idam cezası olmadığı için aldığı müebbet hapis için şartlı tahliye bekleyen Manson’ın, cinayetlerden yargılandığı sırada mahkemede söylediği “şu sözler”, üstünde tartışacağımız konuya atıf yapıyor:
Bana tepeden bakarsanız bir “ahmak” göreceksiniz,
Bana aşağıdan bakarsanız “tanrınızı” göreceksiniz,
Bana karşıdan bakarsanız “kendinizi” göreceksiniz!
Bu satırlar,
“İnsan, başkaları onda ne görüyorsa o’dur ” diyen Yunan filozofuyla, ‘benliğin boş olduğu’ düşüncesinde birleşir…
Çocuğunuz varsa bilirsiniz:
Çocuğunuzun olacağını öğrendiğinizde içinizi bir sevinç kaplar. Ancak henüz cinsiyeti belli değilse, bir gariplik hissedersiniz. Çocuğunuzun cinsiyetinin ne olduğunu bilememek, nasıl sevineceğiniz hususunda da karmaşıklık yaratır içinizde. Erkek mi kız mı olduğunu bilemediğiniz bir çocuk için, nasıl sevineceksiniz? Hayal kurmak, ona dair planlar yapmak istersiniz. Görüntüsünden onunla kuracağınız ilişkiye, kıyafetlerinden eğitimine, hayatının tamamıyla ilgili hayal kurmak istersiniz, ama yapamazsınız. Neden? Neden anne ve baba, cinsiyeti belli olmadan sevemiyor çocuğunu? Ya da sevebilmek için neden buna ihtiyaç duyuyor?
Çünkü anne babalar, doğacak çocuklarını değil ileride olacağını ya da olmasını düşledikleri kişiyi seviyorlar. Bu kurgusal sevginin ilk ve olmazsa olmazı, çocuğun erkek mi yoksa kız mı olduğunun öğrenilmesidir. Bunu öğrendiğinde oluşabiliyor tüm kurgu ve bu kurguya ait duygular… Her şey” kurgulanmış cinsel kimlik” üzerine inşa ediliyor.
Ve ne yazık ki burada bitmiyor öykü… Anne babanın kurgusu, çocuğun kaderi oluyor. Nasıl anne baba kurguyu kendi çocuğu gibi seviyorsa, çocuk da anne babanın üzerine giydirdiği kurguyu/kimliği, “kendisi zannediyor”… İnsanın dinmek bilmeyen sızısı ve ne aradığını bilmeden oradan oraya savruluşu, burada başlıyor…
Hayatımın seyrini, davranışlarımı ve duygusal dünyamı en derinden etkileyen, kadınların bir erkek olarak bende ne gördükleri oldu. Erkek olmanın benim özüme ait bir “şey” olmadığını, bir kimlikle dolaştığımı, bu kimliği “kendim” olarak algıladığımı farkettiğimde anladım, neden ilişkiden ilişkiye savrulduğumu ve kadınlarla ilişkilerin neden hayatımda bu kadar belirleyici olduğunu…
Çevremdeki herkesin ve kendimin, sırf erkek olduğum için benden yığınla beklentisi var, beklentim var… Bu beklentileri karşılamak zorunda olmanın yarattığı baskı ve çatışmaları yaşadım yıllar boyunca, tüm hemcinslerim gibi…
Her ne kadar hemcinslerim için yazmış olsam da, erkeği “yakından” ve “gerçekten” tanımak isteyen kadınlara da katkı sunacağını umuyorum bu çalışmanın…
Dileğim budur…
Bu çalışmam da yardımını esirgemeyen Mehmet Yılmaz’a çok teşekkür ediyorum.
Bir başka teşekkürümse, Tansel Yılmaz’a… Katkısı için ona da minnetimi ifade etmek isterim.
Bu kitaba Mehmet Yılmaz ve Tansel Yılmaz gibi öyküleriyle destek veren erkek danışanlarım oldu. Öykülerinin yayınlanmasına izin vererek destek oldukları için onlara da sonsuz teşekkürlerimi sunuyorum…
Katkısı olması temennisiyle,
Esen kalın…
Mustafa Topkara
“Elbise, sadece elbisedir.
Kimlikleri kişiliğimizle karıştırmak; en büyük yanılgımız, en derin hayal kırıklığımız, mutsuzluk kaynağımızdır…”
Giriş
Erkek ya da kadın olarak tanımlanan cinsel kimlikler, doğuştan getirdiğimiz genetik özellikler değil, dil içine girip, kültürün anne üzerinden üstümüze giydirdiği, öğrenilmiş bir şablondur. Cinsel kimlik, öze ait değildir oluşturulmuştur. Öğretilmiş ve öğrenilmiş düşünce-duygu-davranış kalıplarıdır.
Cinsel kimlikler bu özellikleri nedeniyle, değiştirilemez davranışlar bütünü “değillerdir”.
Kitapta erkekten bahsederken, fiziki bir varlıktan değil, kültürel bir varlıktan bahsedeceğiz. Kültürel bir fenomen olması nedeniyle cinsel kimliklerin algı ve davranış kalıpları kültürden kültüre “değişiklik” arz eder.
Bizim kültürümüzün erkeği, büyük oranda ataerkil kültürü yansıtır. Batı ve doğu kültüründeki erkek kimlikleri arasında benzerlikler olduğu gibi, farklılıklar da sözkonusudur. Bu farklılıklar ve benzerlikler, erkeğin iç dünyasını anlamak için önemlidir. Çünkü kültür o cinsiyetten oluşturduğu kimlik üzerinden “beklentiye” girer.
Eril ya da dişil olarak dünyaya gelen insan yavrusu, ancak bu kimlikleri kabul ettiğinde kültür/toplum tarafından kabul edilir. Yalnız kalmak istemeyen ve kendini güvende hissetmek isteyen insan yavrusu, kendisine öğretilen bu cinsel kimlikleri kabul ederek güven altına alınır. Bu kimlikleri kabul ederek erkek/kadın olur. Kendini bu kimlikle tanımlamaya başladığı andan itibaren, toplumun o kimlikle ilgili beklentilerini de üzerine alır.
Cinsel kimlik kişiliğin oluşum sürecinin hemen ardından başlar. Sonradan edinilen cinsel kimlik, yaş ilerledikçe kişilikle özdeşleşir ve zamanla kişi kendini, cinsel kimliğiyle tanımlamaya başlar. Cinsel kimlik kişinin “kendisi” olur.
Cinsel kimlik oluşumu kişilik oluşumunun en eski zamanlarına ait bir üğrenim süreci olduğu için, henüz bilincimizin yeterince oluşmadığı zamanlarda içselleştirilir ve bu nedenle kişilikle adeta yapışıktır. Yine bu nedenle kendimizi tanımlamaya kalktığımızda ilk aklımıza gelen, kadın ya da erkek oluşumuzdur. Ya da dışarıdan bilgi ediniminde hakkımızda sorulan soruların ilki, cinsiyetimizdir.
***
Konuyu anlaşılır kılmak için somutlaştıralım:
Hayatın ilerleyen yıllarında edinilen mesleki kimlikler “gerçekte” bizi tanımlamaz. Hiçbirimiz yaptığımız iş değilizdir. O, bizim “bir” yönümüzü tanımlar. Mesleki kimliğimiz bilinçli olduğumuz dönemde oluşmuş olmasına ve bizi “tanımlamamasına” rağmen onu kişiliğimizin bir parçası olarak görmekten kendimizi alıkoyamayız. Mesleğimize gelen eleştirileri kişiliğimize yapılmış eleştiri olarak algılar, kişi olarak kendimizi “yetersiz” hisseder, mesleki başarıyı da kişilik olarak değerimizin artması olarak algılarız. Bu yorum, sadece bir düşünce değil, aynı zamanda bir duygu, bir algı durumudur.
Mesleğimiz gibi hayat içinde pek çok kimlik ediniyoruz. Bunların içinde kişiliğimize en güçlü “bağlanan” cinsel kimliğimizdir. Çünkü cinsel kimlik “en erken” edinilen davranış kalıplarından biridir. Bu özel durum nedeniyle, cinsel kimliğimiz hayatımızın odak noktasını oluşturur.
Cinsel kimlik olarak “onaylanmak” yada “onaylanmamak”, kişiliğimizin en önemli meselesi haline gelir. Arzu edilen/istenen bir cinsel kimlik olmak kişi olarak kendimizi “değerli” hissettirirken, cinsel kimlik olarak talep edilmemek kendimizi “değersiz” hissettirir. Erkek olarak kadınlar tarafından ne kadar çok isteniyorsak ve kadın olarak erkekler tarafından ne kadar çok arzu ediliyorsak;
kendimizi “o kadar” değerli ya da değersiz hissederiz.
Karşı cins ilişkilerimizi cinsel kimliklerimizle yaşıyoruz ve doyurulmaya/onanmaya en çok ihtiyaç hissettiğimiz duygular, cinsel kimliklerimize ait duygularımızdır… Bu nedenle yetişkinlik sürecinde bir erkek ya da bir kadın olarak değer görmeye, sevilmeye yoğun ihtiyaç hissediyoruz. Bu ihtiyaç karşı cins ilişkilerinden “beklentileri” artırdığı için, beraberinde çatışmaları ve mutsuzlukları getirir. Bir ilişkide beklenti ne kadar yoğunsa, çatışma ve hayal kırıklığı potansiyeli de o oranda artar. İlişkileri yıpratan, beklentiden ziyade beklentinin karşı tarafa nasıl aktarıldığı (dil sorunu) olsa da ve karşınızdakini hırpalamadan beklentilerinizi aktarsanız da; beklenti içinde olmanın kendisi ve beklentinizin karşılanmaması sizi mutsuz edecektir. İlişkilerden beklentileri azaltmaya çalışma yönünde bir girişimde bulunmadığınız sürece bu mutsuzluk durumu tüm ilişkilerinizde potansiyel olarak varolacaktır. Bu nedenle, kişinin ilişkilerindeki çatışmaları azaltması ve beklentilerinin kendine vereceği mutsuzlukla baş edebilmesi için, kendisiyle ilgili farkındalıkları artırması gerekir. Karşı cinsle ilgili algılarını, düşüncelerini, yorumlarını zenginleştirmesi ve karşı cinsi tanıması hem ilişkilerdeki çatışmaların çözümlenmesini hem de beklentiyle ilgili sorunların azalmasını sağlayacaktır.
Buradaki ilk ve en önemli farkediş; Cinsel kimliklerimizi kişiliğimizin temeli olarak gördüğümüz yanılgısdır. Kişi farkındalıklarını artırarak bu durumu değiştirebilir. Bunun farkında olmadığı sürece kişi için cinsel kimliğiyle kişiliği aynı şeydir. Ve var olma durumu, güvenlik, değerlilik gibi psikolojik ihtiyaçlar bu kimlik üzerinden karşılanmaya çalışılacaktır. Bu da cinsel kimlikten yoğun beklentileri, çatışmaları, mutsuzlukları getirecektir.
Cinsel kimliğin gerçekte kişinin kendisi olmadığını fark etmek önemlidir. Bunu fark etmemiş bir bireyin hayatı, kendini cinsel kimliğiyle tanımlaması nedeniyle buna bağlı onanma arayışlarıyla ve buna bağlı sorunlarla geçecek, kendini bu arayıştan kurtaramayacak, mutsuzluk yaşadığı ilişkilerde sorunu kendinde değil “doğru kişiyle karşılaşmamasında” görecek, hayatını bu arayışla tüketecektir. Cinsel kimlik kişiliğinin merkezi olarak algıladığı için, hayatının en önemli meselesi cinsel kimliğiyle ilgili sorunlar olacaktır. Bu, kişinin kendini yaratmasına/gerçekleştirmesine en büyük engel olacaktır.
***
Sevgilim “Ben evlendiğimizde kendi soyadımı kullanmak istiyorum” dediğinde, beni sevmediğini düşünmüştüm. Bunu bana bağlanmaması, ben ona aşık olduğum için benimle birlikte olması olarak yorumlamış, gerçekte onun istediği erkeğin “ben” olmadığımı düşünmüştüm. Eğer beni gerçekten istiyor ve seviyor olmuş olsa, her kadın gibi onun da bundan mutluluk duyacağını duyacağını düşünmüştüm. Bundan memnun olacağı için de böyle saçma sapan bir istek dile getirmeyeceğini düşünmüştüm. “Bunu ben değil o isterdi, demek ki bana ait olmak istemiyor” diye düşünmüştüm.
Bu düşüncem ilişkide yaşadığımız diğer beklenti sorunları gibi derin bir kriz oluşturdu. Altı ay boyunca bunu içime sindirmekte zorlandım. Sonrasında beklentimin karşılanmadığı her durumda, geçmişe dönüp bu konuyu ve benzerlerini hatırladım, bu konudaki olumsuz düşüncelerimi farkında olmadan pekiştirdim.
Sonuç;
evlendik, ancak ilişkiyi sürdüremedim ve ilişkimiz bitti. Sonraki yıllarda bu ayrılığın benim sorunum olduğunu anladım. İlişkide çatışma yaratanın “ben” olduğumu görmeme rağmen, sorunu kendimde değil, onda görmüştüm. Bana göre sorun; beklentilerimi karşılamayan, benim onu sevdiğim kadar beni sevmeyen ondaydı. Beklentiyi sevgi olarak yorumlayıp, kendim hakkında yanıldığımı, yıllar sonra anlayabildim.
Soyadı meselesine gösterdiğim bu tepkinin nedeni, bir erkek olarak kendimi algılamamla ilgiliydi. “İstenir, değerli bir erkek olmanın, birlikte olduğun kadın tarafından sevilen bir erkek olduğunun göstergelerinden biri; kadının erkeğe bağlanması, onun hayatını kabul etmesi, soyadını taşımasıdır”, diye düşünüyordum… Erkek cinsel kimliğini bu şekilde algılıyor olmam, karşımdakinin davranışına kendimce yorum getirmeme neden oldu. Bu yorum, kendimi sevilmiyor ve değer görmüyormuş gibi hissetmeme ve ardından da hissettiğim bu mutsuz edici duygular nedeniyle karşımdakiyle çatışmaya girmeme neden oldu.
Buradan bakınca şu açıkça görülüyor ki; yaşadığımız bir ilişki sorununu nasıl algılarsak öyle tepki gösterir, gösterdiğimiz tepkiye göre sonuçlar yaşarız. Sorunu kendi sorunumuz ya da karşımızdakinin sorunu olarak görmek, sonuçları farklı olan tepkiler yaratır. Sorunu karşıda görmek ilişkiyi tüketirken, kendimizde aramak (kendimizi suçlamak değil) ilişkideki bağı derinleştirir. Çoğu zaman yaptığımızsa, sorunu karşımızdakinde aramak olur. İşte kitabın zemini de burası;
dikkati “kendimize” çevirmek.
Sergilediğimiz davranışları doğru ya da yanlış olarak tanımlamak, olması ya da olmaması gerekenler olarak yorumlamak yerine;
erkeğin dünyasında, ne, neden, nasıl oluyor, bunu anlamaya çalışılan bir çalışmanın ürünü oldu elinizdeki kitap. Kendimizle ve ilişkilerimizle ilgili “mesafe” ancak böyle alınır.
Kadın erkek ilişkilerindeki sorunları anlamak için, cinsel kimliklerin “ne olduğunu” ve “ne olmadığını” anlamaya ihtiyacımız var. Çünkü çoğu zaman, zihnimizdeki karşı cinsle yaşadığımız kişi aynı “olmuyor”. Ya da zihnimizdeki erkek ya da kadın olmaya çalışarak, yoğun kaygı ve değersizlik yaşıyoruz.
Kültürün kadın ve erkekten ne tür beklentileri var, bu beklentiler karşı cinse nasıl yansıyor, kişiler hangi davranışa karşı nasıl bir duygu geliştiriyor, bu duyguları nasıl ifade ediyor, nasıl ve neden bağlanıyor, neden öfkeleniyor, nasıl ve neden aşık oluyor, ilişkide kendini nasıl değerli ya da değersiz hissediyor, nelere alınganlık edip karşı taraf hakkında yorum yapıyor ve ne tür tepkiler geliştiriyor?.. Bu ve benzeri tüm ilişki sorunlarını anlamak, ancak cinsel kimlikleri anladığımızda mümkündür.
***
Erkek psikolojisi üzerine yayınlar hususunda bir “yetersizlik” var. Erkeğin ne hissettiği, ne düşündüğü üzerine yazılan yazıların da, erkeği ne kadar “anlattığı” tartışılır. Erkeğe dair yazılıp çizilenler daha çok, erkeklerin istekleri, hayalleri, kavgaları, yapıp ettikleri üzerine… Aşık olduğunda romantizmin doruğunda duygular yaşayan ve kadına bunu hissettiren erkeğin, neden bu yoğun duygulara kapıldığı, evlendikten sonra neden “başka biri”ne dönüştüğü, yorumlanmaya muhtaç duruyor. Bu eksiklik, onun iç dünyasının bilinmediğini gösterir. Bu nedenle “erkekler şöyledir”, “erkekler böyledir” diye başlayan cümleler, gerçek anlamda erkek hakkında bilgi vermekten uzaktır.
Erkeğin duyguları ilişkide saklıdır; çünkü, kendisi de kendini cinsel kimliğiyle ilgili algıların arkasına kapatmıştır. Olması gereken biri olmaya çalıştığından, gerçekte ne hissettiğini, nasıl biri olduğunu kendi de bilmez.
İlişkide baskın olan ve istediklerini bir şekilde karşılatan taraf (erkek) için duygularının bilinmediğini söylemek anlaşılır durmayabilir. Bu anlaşılmazlık istekle duygunun aynı şey olduğu “yanılgısından” kaynaklanmaktadır.
Kadın erkek ilişkilerinin tüm kültürlerdeki genel görüntüsü, (güçlü ve zayıf, koruyan ve kollanan ilişkisi) erkeğin isteyen, kadının istenen olması sonucunu doğuruyor. İlişki bu şekilde yapılandığında, erkek “ilişkiyi başlatabilmek” ve “kadını ilişkide tutabilmek” için, kadına göre daha fazla duygusal çaba sarf etmek zorunda kalıyor. Bu çaba nedeniyle erkek, zayıf-güçlü/ koruyan-kollanan ilişki biçiminde kendisine düşen, “güçlü” ve “kollayan” taraf olmanın dışına çıkan yönlerini saklıyor. Bu yoğun çaba, erkeğin kendi duygularını anlamasına, anladıklarını paylaşmasına engel oluyor. Böyle bir durumda erkek; hissettiği gibi değil, “bu” ilişki biçiminin gerektirdiği şekilde davranıyor.
Kadın “istenen kişi” olarak ilişkiyi yaşamak istediğinde, erkeğe karşı ne hissettiği üzerinden değil, erkeğin ona ne hissettiği üzerinden ilişkiye yaklaşır. Bu algı üzerinden hareket eden kadın, erkeğin duygularına değil, kendisini isteyip istemediğine, ne kadar arzuladığına bakar. Bu bakış açısı, kadının erkeğe karşı farkında olmadığı bir “sağırlık” yaratır. Bu sağırlık, kadının ilişkiye bağlandığı zamana kadar, ilişkinin duygusal yükünün erkeğin üzerinde kalmasına neden olur.
Bu sürecin kadın açısından yanılgıya neden olan ve bu nedenle ilişkileri olumsuz etkileyen yanı, erkeğin ve kadının; “erkeğin kadını istemesini” erkeğin duygusu olarak görmesidir. Kadın ve erkeğin erkekteki “kadının bağlanması” arzusunu kadına karşı hissedilmiş duygu olarak algılamasıdır.
Bu, iki taraf için de “yanılgıdır”. Bu yanılgı, hemen hemen tüm kadın erkek ilişkilerinin kaderidir. İlişkide tekrar eden ve bitmeyen sorunların nedeni, zeminidir.
Arzu bir “dürtü” olarak ortaya çıkar. Bu nedenle, kadın erkek ilişkilerinde karşı tarafa karşı hissedilmiş bir duygu olarak “yorumlanamaz”. Erkeğin kendisinde duygu olarak algıladığı hislerin pek çoğunun “istek”/”arzu” eksenli olduğunu söylenebilir. Bu husus önemlidir. Çünkü ilişki, kişilerin hangi duygularına/dürtülerine göre “başlıyor” ve “ilerliyorsa”, ilişkideki süreç de ona göre şekillenir. Örneğin arzu/istek merkezli başlayan bir ilişkinin motivasyonu, istek karşılandığında sona erer.
Kadın erkeğin “bu yönünü” annesinden ve çevresindeki ilişkilerden gördükleri ile sezer. Bu sezgisi bilgiye, bilgi kaygıya dönüşür. Ancak kadın, erkeğin neden böyle davrandığını, ilişkileri neden böyle yaşadığını “anlamaya” çalışmak yerine, erkeğin bu istek durumuna karşı “güvensizlik” geliştirir. Bu güvensizliği ilişkinin her yerinde yansıtır. Erkeğin duygusuna karşı geliştirdiği güvensizlik, “neden ben ona yakın davranmadığım halde bana bu kadar yoğun duygular hissediyor, neden benimle olmaya bu kadar yoğun ihtiyaç hissediyor?” sorularını sordurtmaz, bunun yerine, erkeğin arzusunun ne kadar gerçekçi olduğunu test etmeye yönelmesine neden olur. Erkeğin arzusu/istenci sönmüyorsa, kadının gösterdiği tepkilere rağmen duyguları devam ediyorsa; erkeğin duygusu gerçek duygudur, erkek gerçekten seviyordur, diye düşünür. Erkeğin arzusunda sorun aramak yerine, isteğin/arzunun yoğunluğundan yola çıkarak, vazgeçilmeyeceği, bu arzunun bitmeyecek bir istek olduğu kanaatine varmaya çalışır. Kadının bu yaklaşımı, erkeğin arzusunu “tahrik” etmekten başka işe yaramaz. Halbuki güven, arzunun yoğunluğuna bakarak değil nedenine bakarak ve nedenini anlayarak gelişebilir. Kadının bu yaklaşımı, hem kendinin hem de erkeğin bağlanmasında sorun yaratır.
Peki, kadın neden erkeğin arzusunun nedenini “anlamak” yerine, arzunun yoğunluğunu “test” eder?
Çünkü, isteğin/arzunun kendisine yönelttiği ilgiyi kaybetmek istemez, bu ilginin kaybından kaygı duyar, korkar. Bu ilgi kendini değerli hissettirir. Erkeğin güvensizlik veren arzusu, aynı zamanda kadına kendini “özel” hissettirir. Bu duyguyu kaybetmek istemediği için de istencin/arzunun gerçekliğini sorgulamak yerine, yoğunluğunu sorgular:
Bu nedenle, soru; “neden beni bu kadar istiyorsun?”
Yerine,
“Beni gerçekten çok istiyor musun?”
Olarak, sorulur…
Sorunun bu şekilde sorulması iki tarafın da “işine” gelir. Çünkü asıl sorulması gereken, “Beni neden bu kadar çok istiyorsun?” sorusu, iki tarafı da rahatsız eder. Bu soruyla; kadın kendini değerli hissettiren bir “şey”i kaybetmeyle karşı karşıya kalır, erkekse kadının arzusunu kazanarak kapatacağı içsel huzursuzlukla karşı karşıya kalır. İki taraf da bu sıkıntı verici durumla karşılaşmak yerine, sorun yön değiştirir, sorun bilinçaltı bir süreçle iki taraf için de daha kabul edilebilir hale getirilir: Böylece, erkeğin kadına onu ne kadar çok istediğini kanıtlamaya çalıştığı bir ilişki süreci ortaya çıkar.
Erkek de kadının güvensizliği sorgulamaz, tıpkı kadının kendini sorgulamadığı gibi. Ve “gereğini” yapar. “Tüm kadınlar böyledir, erkekler anlamalıdır” kabilinden bir düşünceyi kadın gibi kendisi de kabul eder ve kültürel bir “genellemeye” gider. Bu genelleme, ilişkinin sorun batağıdır. Erkeğin de kadının da iç dünyasına dönmesine “engel olan” bu genellemelerdir.
Genellemeler var olan soruya cevap verir ve konuyu kapatırlar, sorun başka bir alana kaydırılır ve görülmez olur. Bu nedenle sorun yatağıdır. Soruya bir cevap vermemek, en azından sorunun çözümü için bir çabayı var kılar. Genellemeler sorunu çözmediği gibi çözümü engelleyecek cevaplar vererek, bu imkanı da ortadan kaldırır.
İstenç/arzu üzerinden ilişkiye ilişen erkek için, kadının duygularının “erkeğin arzusu” karşılanıncaya kadar “önemi” vardır.İstek karşılandığında, erkek ne kadar yoğun arzu duymuş olursa olsun, hissedilen arzu ve arzunun yarattığı “bağlılık” söner. Bu durum, kadının erkek için geliştirdiği güvensiz ve eleştirel bakış açısına “haklılık” kazandırır: Erkeğin duyguları yoktur, erkek sevmeyi, kadına değer vermeyi bilmez…
Bu yargılar gerçekçi değilse de, “nedensiz” de değildir ve erkek için önemli bir “sorunsalı” ifade eder. Kitap bu sorunsala odaklanmakta ve onu anlaşılır hale getirmeyi amaçlamaktadır.
Katkısı olması dileğiyle…