BENİ SEVSEYDİ …!
Eşim ve arkadaşları evlilikten “kaçındığım”[1] için onu sevmediğimi[2] düşündüler…
Düşünmekle kalmadılar, söylediler!
Evlendik.
Peki,
şimdi onu “sevmiş”, ona “değer” vermiş mi oldum?
***
İlişkilerin önemli sorunlarından biri, kişinin kendisinin ya da karşısındakinin “sevgisi” hususunda “kararsız” kalması, sorgulamak zorunda kalmasıdır.
Bu durum ilişkinin “an” içindeki rahatsız edici durumlara bir tepki olarak ortaya çıktığı gibi ilişki boyunca yaşanan süreğen bir sorun olarak da kendini gösterebilir:
Yıllarca kendi duygusundan emin olamadan ya da karşısındakinin sevgisinden kuşku duyarak ilişki yaşayan çokça danışan ve çiftle çalıştım.
İnsanın dipsiz çukuru “o” sorular:
Beni seviyor mu?
Onu seviyor muyum?
***
Kişilerin bir kısmının sadece kendi içinde yaşadığı bazısının da ilişkiye yansıttığı bu “kuşku” ve “sorgulama”,
çoğu zaman kişilerin kendisi tarafından da paylaştığı kişiler tarafından da “gerçekçi bir düşünce” gibi algılanır.
Kişi gerçekten “sevgi” konusunda bir kararsızlık, bir kuşku içindeymiş, bir sorgulama yapıyormuş gibi algılanır.
Oysa ortada olan;
“sevgi” kavramı etrafında dönen bilinçsiz manüplasyondur!
Gerçek değildir!
Sevgi sorgulamalarının hiçbirinin konusu sevgi değildir![3]
İstisnasız tüm ilişkiler için böyle düşünüyorum.
Kişi “sevgi” sorgulamasıyla gerçekte başka bir “şey” yapmaktadır.
Evet,
ortada kişinin kendisi ya da karşısındakinin duygularıyla ilgili yaşadığı bir zorlanma/sorun vardır.
Ancak sorun sevgi sorunu değildir!
Sevginin azı ya da çoğu olmaz.. kişinin kıyasa, sorgulamaya gidiyor olması kaygılar korkularla ilgilidir.
Kişi, ne olduğunu bilmediği sorununu “sevgi sorunu” olarak yansıttığında iletişim bloke olur.. Karşı taraf anlamaz, anlatansa önemsenmediğini düşünür!
Bu yanlış ifadeyle iğne, kaybolduğu samanlıkta değil karanlık gerekçesiyle sokak lambası altında aranır olur!..
Peki bu neden olur?
Bunun iki nedeni var:
- Beklenti krizinde sevgi sorgulaması
Beklentinin sevgi kriteri üzerinden test edilip dayatılması sık rastlanan bir davranıştır.
“Beni sevseydi” diye başlayan,
ya da
“demek ki sevmiyor” diye biten cümleler size de tanıdık gelmiyor mu?
Kimimizin sık sık kimimizin seyrek düştüğü çukurdur burası!
Çarpıcı olan,
kişinin böyle bir sorgulamaya gidip, yapmış olduğu neden sonuç sorgulamasının ardından beklentisinden “vazgeçmemesidir”!
“Beni sevseydi” diyerek başladığı cümlede kıyasa söz konusu ettiği beklenti karşılanmasa
ve hatta
“demek ki sevmiyor” çıkarımında bulunsa da kişinin ilişkide kalmaya devam etmesi, “beklentisini sürdürmeye” devam etmesi;
çelişki değil midir?
Beyanı gerçek kabul edeceksek;
kişi sevilmediği bir ilişkiyi sürdürmeye çalışıyor değil midir?
Böyleyse
kişi neden bu dili kullanır?
Neden “karşılanmayan beklentisiyle” ilgili rahatsızlığını bu “dil” ile ifade eder?
***
“Rasyonel duygu-davranış” terapisini geliştiren Albert Elis[4] teorisini
“insanın en temel sorununun kişinin arzusunu mutlaka karşılanması gereken bir beklentiye dönüştürmesi”
olarak temellendirir.
Bu durumda kişi;
beklentilerinin karşılanması için vazgeçilmez bir ihtiyaç hisseder. O beklenti mutlaka karşılanmalıdır. Karşılanması hayatidir!
Oysa, hayat böyle bir yer değildir…
Evren bizim her beklentimizi karşılamaz.
Hangi beklentimizi karşılayacağı hangisini karşılamayacağı Tanrının/hayatın/evrenin kararıdır.
“Rasyonel duygucu davranış” terapi ekolüne göre bu ayrımın farkında olan insanlar, hayata uyum sağladıkları için hem daha başarılı olurlar hem diğerlerine göre daha mutlu olurlar.
Uyum; arzular ve gerçekler arasındaki ayrımı yapabilmektir.
Kişinin karşılanmasını istediği beklentiye “sevilme” kriteriyle yaklaşması, beklentilerinin
karşılanması konusunda “zorunluluk” duyması mutlaklık düşüncesiyle içinde hareket etmesidir.
Beklentisine “mutlak” olarak bakan kişiler için yaşam, uyum sağlanacak süreç değil,
rekabet alanıdır.
***
Bir davranışla “karşıya”[5] geçiyor olmanın kişide nasıl bir ruh hali yarattığını düşünün?
Biraz önce sevdiğinizi düşündüğünüz kişiyi şimdi sevmediğinizi düşündüğünüzde değişen tek şey algınız olmaz:
Gelecek yatırımınız da değişir, hayata güven duygunuz da.
Bu iki duygu durumu arasında gidip gelmek, sadece duygularınızı değil hayatınızı da savurur!
Sorun bunu yaşayanla kalmaz.
Karşınızdakinin biraz önce sizi sevdiğini duyarken, şimdi sevmediğini duymak onu savurduğu gibi sizi de savurur.
Bu savrulmayla baş edebilmek için karşınızdaki sizin savrulmanıza duyarsızlık geliştirir. Duyarsızlık sadece bu davranışla kalmaz, yayılır ve bir süre sonra karşısındakine dair her şeye karşı gelişir.
Duyarsızlık,
“sağır” olmaktır.
***
Kişilerin beklentilerinin karşılanmamasını sevgisizlik olarak algılaması, içinde yetiştikleri aile tutumlarından kaynaklanır:
Çocuğun her beklentisinin karşılandığı aile ilişkisi modeli,
Çocuk ebeveyn arasındaki çatışmaların her zaman ebeveyn tarafından tolere edildiği ilişki modeli,
Çocuğun koşullu sevgi görmüş olması ya da sevgi görmemiş olması,
Çocuğun sevgi nesnesinden ayrışamamış olması[6],
Sevgi nesnesiyle ayrışmanın güvenli bir süreçle değil kopuşla meydana gelmiş olması,
Bu tür bir davranış biçimini ortaya çıkartabilir…
- Varoluşsal krizde “sevgi” sorgulaması:
Sevgi sorgulamasına neden olan diğer sorun, kişinin “varoluşsal” sorumlulukları ve bunların yaratacağı olası kaygıları üstlenememe sorunudur.
Varoluşsal kaygıların sevgi sorunsalına nasıl dönüştüğünü anlamak için, varoluşsal krizin ne olduğunu tartışmak gerek.
Varoluşsal bunaltı konuşulacaksa da kuşkusuz önce Otto Rank’dan bahsetmek gerek…
***
Rank henüz 21 yaşındayken, Freud’un hayranlığını kazanmış bir edebiyatçıydı.
Adler’in ve Jung’un da içinde yer aldığı “Çarşamba psikanaliz toplantıları”na sekreter olarak alındı.
20 yıl boyunca Freud’la birlikte oldu.
Meşhur isimler görüş ayrılığı nedeniyle birer birer Freud’dan ayrılırken, en son giden o oldu.
Psikolog ya da psikiyatr olmamasına rağmen, psikoterapi yaklaşımıyla psikoterapi dünyasını en fazla etkileyen psikoterapist oldu:
Getirdiği en önemli görüş doğum anxiety’si idi.
İnsanın varoluşsal kaygısının doğumla birlikte başlayıp ölüme kadar devam ettiğini ve en büyük karmaşasının da bu olduğunu savundu.
Bu görüşüyle “varoluşsal psikoterapi”nin öncüsü sayıldı, aynı zamanda düşünceleriyle varoluşçuluk akımına da büyük katkı sağladı.
Doğumla birlikte başlayan “ayrılık anxiety’si”nin anneyle ilişkiye, oradan da bu bağın transferiyle oluşan bağlanmalara aktarıldığını savundu: Ona göre biz gündelik hayatta yaşadığımız yoğun duygusal bağlanımlardaki her krizde, ayrılıkla ortaya çıkan her yas sürecinde “tamamlamadığımız” doğum anxiety’sini yineliyoruz.
Bu yönüyle insanın ikircikli bir varlık olduğunu, aynı düzlemde iki zıt kaygıyı birlikte yaşadığını savundu.
Doğumun yarattığı anxiety’le birlikte ölüm anxiety’si de yaşadığımızı savundu.
Varoluşun getirdiği zorunlu sorunsal:
“yalnızlıktan duyduğumuz yoğun kaygıyla, ötekinin varlığıyla benliğimizi yitirme endişesi”nin doğum ve ölüm anxiety’sinin sosyal hayata transferi” olduğunu savundu.
Benim;
“insanın, bağlanma ihtiyacıyla bağlandığında özgürlüğünü kaybetme kaygısının arasına sıkışmış bir varlık olduğu” savımın[7] zihinsel temelini “o” yıllar önce attı..
Birbirinin zıddı olan kaygıları yönetme hususunda üç farklı tepki ve bunun sonucunda 3 farklı kişilik eğilimi gösterdiğimizi söyler Rank.
Ortalama insan; toplumun beklentilerini kabul eden, kendi sınırlarını oluşturamayan kişiliktir.
Nevrotik kişi; kendi olmaya çalışsa da toplumla çatışma durumunu aşamamış, bu nedenle sürekli içsel gerilim yaşayan kişidir.
Artist; toplumla ilişkide kendi olmayı sağlamış, toplumun beklentilerini kenara alıp kendi düşünce ve duygularını kabullenmiş, çatışmayı göze almış, kendi duygu ve düşünceleriyle toplumlun beklentileri arasında bir denge sağlamış kişidir.
“Artist kişilik” yaratıcıdır. Potansiyelini ortaya koyan kişiliktir. İnsan ancak bu gelişimi sağladığında hayatla bir uyum yakalar ve mutlu olur.. Rank insanın artist kişiliğe ulaşmak için çaba harcaması gerektiğini düşünür.
***
“Beni sevseydi” sorunsalına sahip kişi, kişisel gelişim evresinin ikinci basamağı olan nevrotik aşamada takılı kalmıştır.
Bir yüzü ortalama insana bir yüzü artiste bakar!
Nevrotik kişi, kendi iç çatışmasını dışarıya “beni sevseydi” diye başlayan, “demek ki sevmiyor” diye bitiren cümlelerle yansıtmaktadır…
Bu açıdan “sevilip-sevilmeme” ikilemi doğumla başlayan ayrılık anxiety’nin tekrar ve tekrar yinelenmesidir.
Kişisel varoluşumuzla ilgili kararlar sorumluluk, sorumluluklar ise “kaygı” yaratır.. pek çok kişi ise bu kaygılardan kaçınır.
Kaçınan kişiler kaygılarını kabul edip onlarla baş etmek yerine, sorunu “sevgi” kavramı üzerine projekte(yansıtma) ederler.
Böylece sorun, kişisel bir sorumluk krizi olmaktan çıkartılıp “sevgi” sorununa dönüştürülür:
“Seviyorsam evleneyim!”
“Seviyorsa evleneyim!”
“Sevmiyorsam ayrılayım!”
“Sevmiyorsa ayrılayım!”
Anlamlı gibi görünen ama içi olmayan sorulardır bunlar.
Anlamlı olan, kişinin doğumla birlikte başlayan varoluşuna dair temel kaygılarını tanıması ve üstlenmesidir.. Bu kaygılarla baş etme becerilerini geliştirmesidir.. Varoluşunun yarattığı sorumluluğu başka bir nesneye transfer etmemesidir.
Evlenmek, ayrılmak, ilişki içinde alınması gereken kararları üstlenmek, çatışmaları yönetmek gibi pek çok “durum” kişisel varoluşsal sorumluluklarımızdır.
Anlamlı olan, bunları üstlenmektir, bunları bir sevgi sorunsalına dönüştürmemek, kaybettiğimiz iğneyi kaybettiğimiz yerde yani samanlıkta aramaktır!..
***
Beklenti ya da varoluşsal krizin sevgi sorgulamasına dönüştürülmesi çift terapilerinde de sıklıkla kendini gösterir.
Sevgi sorgulaması terapide Terapisti çaresiz bırakır, ayrıca partnere sevgisini kanıtlama ihtiyacı hissettiren bir “girdap” yaratır.
Terapist de çift de terapide asıl sorunu değil başkaca bir sorunu konuşurlarken bulurlar kendilerini…
Son söz:
Sevgi neden kriterdir?
Neden zorlandığımız yerlerde sevgi tartışmasını açıyoruz?
Örneğin, kişi evlenme ya da ayrılma kararı alırken:
“Onu arzuluyor muyum?”
“Beni arzuluyor mu?”
sorusunu sormak yerine, neden sevgi kavramı üzerinden bir sorgulama yapıyor?
İlişkide mutlu muyum, iyi hissediyor muyum, huzurlu muyum sorularını sormak yerine, neden sevip sevmediğimizi, sevilip sevilmediğimizi sorguluyoruz?
Sevgiyle derdimiz ne?
Seviyor olmak ya da seviliyor olmak, neden bir kritere dönüşüyor?
***
Eşim sordu
“En çok hangi eşini sevdin?”
Dedim ki
“Her birini o yaşımda kendimce sevdim.”
Tatmin olmadı.
Dedi ki
“Eşlerin içinde seni en fazla seven hangisiydi?”
Tebessüm ettim.
Durdum.
Bu kez ben sordum
“Sen aslında neyi soruyorsun?”
Sahi, sen aslında neyi soruyorsun?
Ya da yoksa aslında bir soru sormuyor musun?
***
Başucu cümlemle bitireyim:
Oysa sorun, hiçbir zaman “sevgi” olmadı!
[1] “Kaçınma” kelimesini kasıtlı kullandım. Kaçınma istememek değildir. Bu iki kelimenin “eylemleri” ve “hissettirdiği duygu” birbirine yakın olsa da motivasyonları farklıdır. Motivasyon farklılığı açıkladığında hissettirdiği duygunun benzerliği ortadan kalkar.
[2] Sevmediğimi söylemek suçlu hissettirdiği için “değer” kelimesi üzerinden suçlamak da tercih edilmiştir. “Değer” kişinin nesne ile kurduğu ilişkide ortaya çıkan niteliktir, öznel bir görüştür. Kişiden kişiye değişir, farklı tür ve biçimlerde ortaya çıkar. Hal böyleyken kişinin kendi değer algısını/tanımını bir gerçeklik olarak yansıtması ne kadar gerçekçi?
[3] Kişinin karşısındakini sevip sevmediği sorgulaması da karşısındakinin kendisini sevip sevmediğini sorgulaması da
[4] Amerikalı psikolog.. başka bir lisanstan gelmesine rağmen psikoterapiye çok ciddi katkıları olmuş bir psikoterapisttir. Yıllarca psikanalizle ilgilendikten sonra kendi ekolünü geliştirmiştir. Amerikalı ve Kanadalı psikoterapistler arasında yapılan ankette psikoterapiye en fazla etki eden ikinci psikoterapist olarak kabul edilmiştir. Bu etkisiyle Freud’dan bile daha etkin bulunmuştur.
[5] Karşıya geçmek; ambivalantik bir duygu durumunu tarif diyorum bu kelimeyle; kişinin aynı nesneye birbirine zıt duygular hissetmesi, davranışlar geliştirmesidir. biraz önce severken şimdi sevmediğini düşünmek. bu durum duyguların sınırında dolaşmaları açısından borderline kişilik bozukluğuyla benzerlik içerir…
[6] Anneden ayrışmama görüntüsü: anne onayında ısrar, onun gözünden hayata bakma, anneye öfkenin şiddetli şekilde bastırılması, anne düşüncesi dışına çıkıldığında hissedilen yoğun suçluluk
[7] Ben bunu “bağlanma sorunu” olarak tanımlıyorum