3. EBEVEYN
Aile içi roller, çocukların gelişiminde belirleyici faktörlerdendir. Ancak bazı çocuklar, yaşlarından beklenmeyecek şekilde bir “yetişkin gibi davranma” eğilimi gösterir.
Bu çocuklar, en başta aile içindeki duygusal yükleri üstlenir, ebeveynlerinin boşluklarını doldurmaya çalışırlar. Sonrasında bu roller, onların kişilik gelişimini ve toplumsal işlevlerini şekillendirir. Ancak, bu çocukların yaşadıkları derin içsel çatışmalar ve kişisel tatminsizlikler, hem aile içindeki dinamikleri hem de sosyal hayatlarındaki başarıyı etkiler.
Bu çocukların erken büyümüş çocuklar olduğu tanımı da yetersiz ve yanlış bir tanımlamadır. Bu çocuklar büyümüş ya da yetişkin olmuş değillerdir, aksine büyümüş/yetişkin olmuş gibi davranmaya çalışan çocuklardır. Bu nedenle de erken büyümüş çocuklar değil büyüyememiş, gerçek anlamda yetişkin olamamış çocuklardır. Çocukluk döneminde bu davranışları geliştirmesine sebep olan travmatik durumu atlatamamış, bu yönüyle erken dönem çocukluk davranışlarını sürdüren çocuklardır.
Onların bu yönünün travmatik bir eğilim ya da sorunlu bir davranış olarak değerlendirilmemesi hem aile için hem de toplum için işlevsellikten kaynaklanır. Yani aile ve toplum çocukta ortaya çıkan bu davranışı pragmatik bir yaklaşımla sorun olarak görmesi gerekirken onu destekler ve çocuğun bu sorunlu yönünü pekiştirir. Antisosyal eğilim gösteren bir çocuk hem aileye hem de topluma bozucu bir davranış gösterip, huzursuz ederken, bu çocuklar hem aileyi hem de toplumun işlevselliğini kolaylaştırır, bu nedenle onu sorunlu gibi değil, çocukta olması iyi bir durum olarak yorumlar ve desteklerler. Oysa bu yorumlamada bir rasyonalite yoktur. Bu yorumlama tamamen pragmatiktir.
***
Bu çocuklar, genellikle ebeveynlerinin duygusal boşluklarını doldurur, çocukluk dönemlerinde onlara ait olması gereken duygusal ihtiyaçlardan feragat ederler. Bu durum, genellikle ebeveynlerin duygusal yetersizlikleri veya krizleri nedeniyle ortaya çıkar.
Freud bu çocukların erken yaşta “ego”larını dış dünyaya uyum sağlamak için bu davranışı geliştirdiğini düşünür. Bu çocuklar, toplumda kabul görebilmek için dışsal onayı almak adına duygusal yapılarından ödün verirler. Erikson ise bu tür bireylerin kimliklerini erken yaşlarda şekillendirerek, bu süreçte kimlik bunalımı yaşamadan başarılı olmayı beklediklerini ancak, bu çocukların temelde öz-değer eksikliği ile büyüdüğün ve bu eksikliği içsel çatışmalarla telafi etmeye çalıştıklarını belirtir.
***
Bu durum, çocuğun ruhsal sağlığı açısından kritik bir sorundur, çünkü çocuk doğal olarak duygusal ihtiyaçlarını karşılamak yerine, ebeveynlerinin gereksinimlerini öncelikli hale getirir. Çocuk, sorumlulukları aşırı derecede üstlenerek, yalnızca aile içindeki uyumu sağlamakla kalmaz, aynı zamanda bu uyumdan elde ettiği onayı kendi varlığının anlamı haline getirir.
***
Bu çocukların iç dünyasında iki temel duygu belirleyicidir: yetersizlik ve suçluluk. Freud bu çocukların, çoğu zaman aşırı bir süper ego (içsel yargıç) baskısı altında büyüdüğünü söyler. Ebeveynlerinin gözünde kusursuz olma baskısı, suçluluk duygusunun zeminini oluşturur. Ebeveynlerinden gelen beklentiler, çocukların duygusal yapılarının olgunlaşmasını engeller ve onların her zaman “yetersiz” olduklarını hissetmelerine neden olur.
***
Bu çocuklar için en trajik boyutlardan biri, neyin kendilerine ait olduğu konusunda net bir fikirlerinin olmamasıdır. Ne yapmaktan mutlu olduklarını, neye ilgi duyduklarını bilmezler. Erich Fromm’un İnsan Olma Sanatı kitabında belirttiği gibi, birey “ben”lik duygusunun ve özdeğerin inşasını çevresindeki kişilerden gelen onayla tanımlar. Bu çocuklar, içsel bir kimlik gelişiminden yoksun oldukları için, onların mutluluk anlayışı da dışarıdaki onaya bağlıdır. Kendilerine ait bir haz duygusu geliştirmedikleri için, sürekli bir tatminsizlik içinde olurlar.
Haz, içsel bir duygu değil, dışsal onayla ilişkilendirilmiş bir mekanizmadır. Örneğin, bu çocuklar kendilerine herhangi bir kişisel ödül verme yetisi kazanamamışlardır. Kendilerini mutlu edebilecek herhangi bir davranışı geliştiremezler. Bunun yerine, çevrelerinden gelen onayları ve takdiri haz alacakları tek kaynak olarak görürler.
Ancak yaptığım çalışmalarda kendi hazzını tanımlayamama, bilememe durumunu tam bir bilinç dışılık olmadığını gördüm. Bu kişiler kendilerinin haz alma durumlarında ya erteleme davranışı gösteriyorlar (şimdi değil sonra) ya da o hazzın karşılanması için harcanacak emeği “gereksiz” olarak tanımlıyorlar. Doğal olarak onlar için şimdi ve gerekli olanın tanımı kendi hazzı üzerinden değil başkasının onayı üzerinden geçmektedir.
***
Aynı dinamikler romantik ilişkilerde de kendini gösterir. Bu çocuklar, aşık olduklarında, karşılarındaki kişiye yoğun bir coşku duyar ve bunu güçlü bir şekilde ifade ederler. Ancak bu coşkunun temelinde, gerçek bir duygu yerine, onay ihtiyacı yatar. Bağlanma Kuramı’na (Bowlby, 1969) göre, bu çocuklar bağlanma konusunda kaygılıdırlar. Aşk, onlar için sadece bir ihtiyaç giderme aracıdır ve partnerlerinden aldıkları onay, kişisel mutluluklarıyla doğrudan ilişkilidir.
Bağlanma kaygısı, bu çocukların sağlıklı bir ilişki kurmalarını engeller. Aşk ilişkileri, bazen aşırı bir yoğunlukla başlar, fakat bu yoğunluk ortadan kalktığında, kişi bağlanma kaygısıyla baş başa kalır. Bu, bağlanma bozukluğu ile ilgili bir sorun oluşturur ve çocuğun ilerleyen yaşlarda sağlıklı bir ilişki kurma becerisini kısıtlar.
***
İlginç bir şekilde, “üçüncü ebeveyn” kişilikleri, toplumsal düzeyde başarılı olurlar. Bu kişiler, bilimde, sanatta, sporda ve ekonomide önemli başarılar elde edebilirler. Onaylanma ihtiyacı, onları başarıya iter. Bu kişiler, modern toplumun gereksinimlerine en uygun kişiliklerdir. Toplumsal yapı, bu tür kişilikleri kullanarak sistemin işlerliğini sürdürür.
Max Weber’in Protestan Ahlakı ve Kapitalizmin Ruhu çalışmasında belirttiği gibi, bu tür kişilikler, kapitalist sistemin temel taşlarını oluştururlar. Başarıya odaklanmış bu bireyler, toplumun ilerlemesi için gerekli olan enerjiyi sağlar. Ancak, bu başarıların bir bedeli vardır; bu bireyler kendi iç dünyalarında derin bir tatminsizlik ve kimlik karmaşası yaşarlar.
***
“Üçüncü ebeveyn” olarak tanımlanan bireyler, toplumda güçlü ve işlevsel olarak görünürler. Ailede işlevsel, toplumda başarılı, ilişkilerde özverili bireyler olarak öne çıkarlar. Ancak bu gücün ardında derin bir çocukluk yoksunluğu, bastırılmış duygular ve gelişmemiş benlik yatar. Bu kişiler, ne yazık ki içsel bir dengeyi kurmakta zorluk çekerler ve her zaman dış dünyadan aldıkları onayla varlıklarını anlamlandırmaya çalışırlar. Bu nedenle, ailelerin, terapistlerin ve eğitimcilerin bu yapıyı erken fark etmesi, bunun bir sorun olduğunu görmesi gerekir ki çocuğun gelişimine uygun sağlıklı rollerin desteklenmesi imkanı ortaya çıksın…