BAĞLANAMAMAK MI, SEVEMEMEK Mİ?

Merhaba…
Bu yazımın konusu “eşcinsel ilişkilerde yaşanan bağlanma sorunları” üzerine olacaktı. Ancak bu yazıyı yazmadan önce, irdelemem gereken daha temel konular olduğunu düşündüm. Bunun için de 5 ayrı yazı kaleme aldım. Kısa aralıklarla bu beş yazıyı sizinle paylaşacağım…
İlk yazıda “bağlanma ve sevme arasındaki ayrımdan yola çıkarak, sorunun bağlanmada mı sevmede mi” olduğunu tartıştım.
İkinci yazımda bağlanma sorununu neden çözmemiz gerektiğini,
üçüncü yazımda ise bağlanma sorunlarının ilişkilerde ortaya çıkan davranış örüntülerini,
dördüncü yazımda ise bağlanma sorunlarını yaratan ve çözümünde de üstünde önemle durulması gereken “duygu düzenleme becerilerini” (duygusal regülasyon) tartıştım.
Beşinci ve son yazımda ise “bağlanma sorunlarının eşcinsel ilişkilerdeki yansımalarını tartıştım…
Başlayalım…
1.
BAĞLANAMAMAK MI SEVEMEMEK Mİ?
“Bağlanmakla sevmek aynı şey midir?”
Bu soru; hem psikoterapi literatürü hem felsefi bakış hem de varoluşçu düşünce açısından derinlikli bir tartışmayı içeriyor. Çoğu kişi bu iki süreci duygusal olarak “aynıymış” gibi yaşıyor ya da öyle sanıyor. Ben de bu iki kelimenin gündelik hayat içinde birbirinin yerine sıklıkla kullanıldığını görüyorum…
Peki bu kelime aynı şey midir, değilse ne tür farkları vardır?
Bağlanma kuramı açısından bağlanma, çocuklukta bakım verenle kurulan temel ilişkidir. Bu ilişkinin biçimi (güvenli, kaygılı, kaçıngan, dağınık) yetişkinlikteki tüm ilişki örüntülerine yayılır.
Bağlanma sorunu; sevmeme (ya da sevememe) değil; güvenle yakınlık kuramama, terk edilme korkusu, kontroletme, kaçınma gibi stratejilerle ilişkiye zarar verme eğilimidir. Ya da ilişkiyi sabote etme eğilimidir: Kişinin “yakınlık içinde kalamaması” sorunudur; sevgi kapasitesindeki bozukluğu değil.
Klinik ve terapötik açıdan ise danışanlar çoğu zaman, “Onu seviyorum ama aynı zamanda nefret ediyorum”, “Onsuz yapamıyorum ama onunla da mutsuzum” gibi çelişkili cümlelerle duygu durumlarını tarif ederler.
Bu ifadeler genellikle sevgi sorunundan ziyade “bağlanma sorununu” işaret eder.
Örneğin,
- Kaçıngan bağlanan biri, karşısındaki kişiye gerçek bir sevgi duyabilir ama yakınlık boğucu gelir.
- Kaygılı bağlanan biri, karşısındaki kişiyi “sever” ama onu terk etmeyecek bir nesne olarak “kullanmak” istediği için beklentileriyle karşısındakine boğucu bir ilişki deneyimi yaşatır.
Bu nedenle “bağlanma problemi” yaşayan kişi, sevmekten değil ilişki içinde kendi varlığını “sürdürememekten” korkar.
Sevmek bir duygu, bir yönelimdir; bağlanma ise bir davranıştır.
Bu bakış açısından,
Sevgi: İçeriden gelen bir yönelme, duygusal bir durum; kişiye, duruma ya da varoluşa karşı duyulan sahici bir hisken,
Bağlanma: Bu içsel durumu ifade ederken ortaya çıkan davranış biçimleriyle, ilişki stratejileriyle ilgilidir ve sorun bu stratejilerde, bu örüntülerdedir.
Bağlanma, geçmiş deneyimlerin (özellikle çocukluk) şekillendirdiği bir “kişisel ilişki örüntüsü”dür. (“Kişisel ilişki örüntüsü” terimi, bireyin kişilerarası ilişkilerde tekrar eden duygu, düşünce ve davranış kalıplarını tanımlar. Bu örüntüler genellikle erken dönem deneyimlerinden beslenir ve bireyin ilişkisel dünyasında süreklilik gösterir. Bu terimi “ilişki şeması” terimine alternatif olarak kullandım. Her iki kavram da bireyin geçmiş deneyimlerden beslenen, kişilerarası ilişkilerde tekrar eden “yapılanmalara” işaret eder. Ancak “şema” kavramı, kuramsal olarak daha sabit, yapısal ve patoloji merkezli bir çerçevede şekillenmiştir; genellikle erken çocuklukta oluştuğu ve yaşam boyu sürdüğü varsayılır. Buna karşın “örüntü” kavramı, bağlama duyarlı, değişime açık ve bireyin ilişkisel yönelimlerini betimlemede daha esnek bir dil sunar. Bu nedenle “örüntü” terimini, kişinin ilişkilerinde zamanla gelişen, yineleyen ama dönüştürülebilir ilişki kalıplarını tanımlamak için tercih ettim. Bir patoloji alanını tariflemekten çok herkes için özel ve kişisel olan bir ilişki kurma haritası olarak kullandım)
Bu örüntü, kişinin ilişki kurarken ortaya koyduğu duyguların, beklentilerin ve davranışların bütünüdür.
Bağlanma bir davranış örüntüsüdür, sevmek ise bir duygudur. Ancak, bağlanma davranış temelli olsa da duygudan yoksun değildir. Yani bir kişi bağlanırken korku, özlem, öfke, şefkat, umut gibi duygular hissedebilir. Ama bu duygular bağlanmanın nedeni değil, onun eşlikçisidir.
Sevgi bir “duygusal varoluş hali”dir.
Bağlanma ise “ilişkide nasıl var olduğumuzdur.”
Diyelim ki bir danışan sürekli olarak partnerine yapışıyor, onun ilgisini kaybetme korkusuyla kriz çıkarıyor… Seviyor mu? Evet, belki. Ama sorunu sevgide değil. Sorun partnerin zihninde “giden, terk eden” bir figür haline gelmesindedir. Dolayısıyla bu bağlanma davranışı bir duygu sorunu değil, bir ilişki kurma bozukluğudur.
Bağlanma sorunu olan insanlar sevmeyi bilmiyor değildir. Bilmedikleri sevdikleri zaman ne yapacaklarıdır!
Sevdiğimiz kişilere bağ geliştiririz, peki bağlandığımız herkesi sever miyiz?
Evet, sevgi ilişkisiz yaşanamaz. Sevgi, yöneldiği nesneyle bir “ilişki” kurar. Bu ilişki duygusal, bilişsel ya da davranışsal olabilir ama mutlaka bir bağlılık içerir.
Yani “seni seviyorum ama seninle hiçbir bağım yok” demek bir çelişkidir.
Sevgi doğası gereği bir yakınlık arayışı, bir temas isteği doğurur. Bu temas, duygusal bir bağa evrilir. Yani sevgi, bağ kurar.
Sevgi sadece anlık bir duygu değil; süreklilik isteyen bir varoluş biçimi olduğu için, sevdiğimiz nesnelerle, insanlarla, fikirlerle, hatta mekanlarla bile bir bağ kurarız.
Sevgi → yönelim + bağlılık + süreklilik içerir.
Sevdiğimiz bir arkadaş, bir kitap, bir şarkı, bir çocuk, bir şehir… hepsiyle zaman içinde duygusal bağlarımız oluşur. Bu yüzden sevgi, bağlanmanın temel yoludur ama yalnızca bu yoldan ibaret değildir!
Peki, şimdi daha önemli bir soru soralım:
Bağ kurduğumuz her şeyi sever miyiz?
Bu kısmı oldukça karmaşık.. çünkü bağ kendini her zaman olumlu duygularla göstermez. Kimi zaman nefret ettiğimiz, acı çektiğimiz, hatta travmatize olduğumuz kişilerle, durumlarla da bağ kurarız.
Şiddet gören ama bağını koparamayan bireylerde travmatik bağlanma görülür. Sevgi yoktur ama kopamama vardır. Stocholm sendromu böylesi bir bağlanmaya atıf yapar.
Aile, toplumsal roller, kurumsal ilişkiler gibi yerlerde de bireyler sevmeden bağ kurmak zorunda kalabilir. Maddelere, kişilere ya da fikirlere karşı gelişen patolojik bağlar da “bağ” içerir ama sevgiden doğmaz.
Karmaşıklık şurada ortaya çıkar:
Sevgiden doğmaz evet, peki zamanla yani bağ kurdukça sever miyiz?
***
Hepimizin içinde “bağlanmanın içinde sevgi olmayabileceği” düşüncesini kabullenmeye karşı bir direnç söz konusudur.. sevmeden de bağlanabileceğimiz fikrine direnç, değerler konusundaki tutarlılığa ihtiyacımıza, ontolojik bir varoluşa atıf yapıyor çünkü…
Benim için de öyle! Beden eğitimi ve spor bölümünde okuyan bir öğrenciye “bağlılık” “sevgi” ve “aşk” arasındaki farklılıkları kendine göre tanımlamasını sorduğumda, bağlanmayı tüm duyguların üstüne koyduğunu gördüm. Ona göre bağlanmışsan zaten seviyorsun demekti. Önemli olan sevebilmek, aşık olabilmek değil, bağlanabilmekti!
İnsan “Sanki en derinlerde bir yerde mutlaka bir sevgi izi olmalı…” diye düşüyor ya da böyle olsun istiyor.
“Sevmeden bağlanmak” fikri ilişkilerin içinin boş olabileceği, insanlar alışkanlık, korku, görev, geçmiş travmalarla bir arada oluyor olabildiği düşüncelerini yaratıyor ve rahatsız ediyor!
Bu gerçeklik, ideal bir insanlık inancını, insani ilişkilerde olması gereken derinlik fikrini, kendi bağlanma tarihçelerindeki anlamlandırmaları tehdit eder, bu yüzden rahatsız eder.
Ayrıca şu soruların da sorulmasına neden olur:
Biz neyin peşindeyiz? İlişkiler sadece güvende kalmak için mi sürdürülüyor? Sadece güvende kalmak bizi farklı olduğumuzu düşündüğümüz “hayvan” kategorisine sokmaz mı?
***
Bağ nötrdür!
Peki, bağlar “hiç mi sevgi içermez?”
“İnsanın içinde bir sevgi potansiyeli vardır; bağ kurduğu şeyle gerçek ilişki kurarsa, o sevgiye ulaşabilir” düşüncesi doğru olsa da bu, bağın her zaman sevgiden kaynaklandığı anlamına gelmez; sadece sevginin, bazı bağların içinden doğabileceği anlamına gelir.
Ben kişisel olarak sevgisiz bir bağı kabullenmekte “zorluk” çekiyorum. Bu zorlanma sadece kavramsal değil, varoluşsal bir merhamet içeriyor sanırım.. İnsanların bağlandıkları yerlerde, sevilmemişlikten doğan sevme potansiyelini mi görüyorum acaba?
***
İnsanların ilişkilerinde duygularıyla ilgili yaşadığı yoğun karmaşa burada yatar: Hissettikleri duygu bir sevgi midir yoksa sadece bağlılık mı yaşamaktadırlar?
Kişiler için bu soru, hayatlarıyla ilgili önemli eşiklerde hayati hale gelir. Bu soru, ilişkide başlangıçta var olan ama sonradan ortaya çıkan bir arzu kaybıyla ya da en başından itibaren olmayan arzu yoksunluğu ile kendini gösterir. Kişi böyle bir durumda o ilişkiyi sürdürerek kendine ihanet ettiği duygusuna kapılır. İhanet zaman kaybı, tutku duyacağı bir duygusal bir ilişkiden kendini mahrum etmekle ilgilidir.
İnsan bazen ilişkide kalır çünkü sever. Bazen de kalır çünkü bağlanmıştır. Sevgi, kişiyi içeriden büyütür; bağlılık ise çoğu zaman dışsal bir güvenlik duygusuna yaslanır. Bu ayrımı soran kişi, sevginin sesini arıyordur. Ve çoğu zaman, bu soru soruluyorsa, içeride bir yerde sevgiyle bağın çatışması yaşanıyordur.
Peki insan böyle bir noktada yolunu nasıl bulabilir?
Bu soruya cevap vermeden önce, soruyu soranın niyetini sorgulamak gerek. Bu soru anlamak için yapılan bir zihinsel/duygusal çaba gibi algılansa da çoğu zaman bu sorgulamalar analitik bir çaba içermez.
Çünkü çoğu zaman bu sorular değer, özgürlük ve seçimle ilgilidir.
Bu sorunun ardında genellikle şu kaygılar vardır:
“Kendimi kandırıyor muyum?”
“Bunu sürdürmem ne kadar ahlaki ya da sağlıklı?”
“Gerçekten severek mi buradayım, yoksa kalmak zorunda mıyım?”
Yani bunun yolu kişinin kendi içinde bu tartışmayı neden yaptığını, niyetinin ne olduğunu sorgulamasından geçer…
Özetle; kişinin bağlanma sorununu çözmemesi ya da nasıl çözeceği üzerinde kafa yormadan önce ilk netleştirmesi gereken bağlanma ve sevme arasındaki ilişkiyi kendi içinde tartışması gerekir.
Sorunu ne?
Sevgi var ama ilişkide sorun yaşıyorsa çözülmesi gereken bir “bağlanma sorunu” vardır.
Peki, sevgi yoksa çözülecek bir bağlanma sorunu yok mudur, var mıdır?
